Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın yeni kitabı Metastaz vesilesiyle iki haftadır sürdürdüğümüz tartışmada bu hafta, neden uzun süredir tutarlı bir devlet paradigmasının oluşturulamadığına dair birkaç not düşeceğim.
Yazı 1: Metastaz durdurulabilir mi? -1
Yazı 2: Metastaz durdurulabilir mi? -2
En azından son otuz yıldır şiddeti giderek artan bir sorundan bahsediyoruz.
90’lar 2. Cumhuriyet tartışmalarıyla geçmişti. Cumhuriyetle hesabını bir türlü görememiş olduğunu düşünen liberallerden gericilere geniş bir koalisyon, AKP döneminde bu özlemlerini bulduklarını sandı. Ancak geriye ne paradigma, ne cumhuriyetin kaldığı görüldü.
Açık ki Türkiye’nin de hikayesini belirleyen esas mesele kapitalizmin 70’lerde girdiği krizden çıkarken yaşadığı dönüşümdü. Peki neydi o?
Ulus devlet, kapitalizmin gelişme, hatta neredeyse bir asırlık emperyalist döneminde üretim ilişkilerinin, emperyalist sistemin merkezi yapı taşıydı. Türkiye örneğinde kuruluştan 80 darbesine kadar geçen süreç, kendi içinde alt başlıklara bölünse de, (emperyalist) kapitalizmin ulus devlet merkezli döneminin bir parçasıydı. Bu yüzden, vurguları ve öncelikleri değişse de Kemalizm, kurucu unsur olmaktan da aldığı güçle, bu dönemin rakipsiz resmi ideolojisi, devlet paradigmasının ana kaynağı olmaya devam etti.
70’lerde bu modelde değişiklikler olmaya, kapitalizm, dünyada hegemon üretim biçimi olmasından bu yana ilk defa artık ulus devlet merkezli organizasyon şemasına sığmamaya başladı. Finans kapitalin güç kazanması, sermayenin serbest dolaşımının artması, kararların ulus ötesi ölçeklerde alınma ve denetlenme ihtiyacı... Diğer bir deyişle neoliberalizm.
80 darbesi Türkiye sermaye sınıfının bu dönüşüme ayak uydurması için yapılan büyük bir operasyondu ve işler o noktadan sonra yokuş aşağı gitmeye başladı.
Bu seyir basitçe ulus devletin sınırlarının fiziki olarak aşılması anlamına gelmedi. Ama aynı zamanda ulusal sınırlar içinde tutarlı ideolojik referansların, ve dahi devlet paradigmasının oluşturulmasını da çok zor hale getirdi. Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ve son resmi ideolojisi sayılabilecek Kemalizmin ne yeni bir versiyonu üretilebildi, ne de yerine bir şey konulabildi. Yani Kemalizm tasfiye edildiği için bir boşluk oluşmadı; kapitalizmin yapısal dönüşümü ve dünya ölçeğinde izlediği seyir Kemalizmin ve bildiğimiz ulus devletin altını oydu.
Lenin devleti patronların işlerini yönetmek için kurulmuş bir çeteye benzetir. Ama devlet, özündeki bu işlevselliğini ancak “tüm halkın devleti” olarak görünebilirse gerçek kılabilir.
Yukarıda özet olarak aktardığımız kapitalizmin yapısal dönüşümü sermayenin de isteği doğrultusunda (Bakınız TÜSİAD raporları) Türkiye’de mantıki sonucuna biçimsel ve organizasyonel olarak “başkanlık sisteminde” ulaştı. Ancak bunun çok büyük bir dezavantajı var ki, devletin patronlar açısından işlevsel özü, bu dönüşümle daha az gizlenebilir hale geldi.
Yazı dizisinin ilkinde Metastaz’ın yazarlarından Pehlivan, “Devlet çıplak kalmış. Yapı taşını oluşturan tüm hücreler açığa çıkmış” diyordu. Bu doğru, ama bu korunaksızlığın-çıplaklığın asıl nedeni siyaset kurumunun tasfiye edilerek devletin işlevsel özünün çok daha ön plana çıkması. Asıl belirleyici çıplaklaşma orada.
Sermaye sınıfı devleti devlet yapan ideolojik yüklerden, denge mekanizmalarından olabildiğince arıtmak, onu esas özüne indirgemek, silah tekelini elinde tutan bir organizasyonel aygıta dönüştürmek istiyor.
Bunlar siyah-beyaz netliğinde olacak işler değil elbette. Devletin her zaman melez bir tarafı olmak zorunda. Fakat devlet gibi üst yapı kurumlarında ağırlık noktalarındaki kaymalar büyük dengesizlikler anlamına gelebilir ve geldi. Türkiye’de de devletin ağırlık noktası, kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda fazlasıyla kaydı. Bu geri döndürülmesi mümkün olmayan, ekonomik temelleri çok kuvvetli bir dönüşüm. Güncel olarak bulunan çözümlerin, uzun vadede bu eğilimi engelleme şansı yok.
Devletin saf özü, herhangi bir paradigmaya ihtiyaç duymayacak kadar basittir, giderek oraya yaklaşıyorlar. Bu yaklaşma halinin en belirgin özelliği siyasetteki tutarsızlık ve kuralsızlık. Aslında siyasetten kurtulmak istiyorlar, bir açıdan burada yol aldılar da. Türkiye’de hem devletteki, hem siyaset kurumundaki çamurlaşma bununla alakalı. Çamurlaşmayı kirlenme anlamında değil, maddenin bir hali olarak kullanıyorum: Bulanıklaşma, sınırların belirsizleşmesi, şekilsizlik.
Bu özü ön plana çıkaran dönüşümle birlikte ortaya çıkan boşluğun önemli bir dezavantajı da devlet kadrolarına, bürokrasiye “ulu amaçları olan” bir devlet ideolojisinin verilmekte zorlanılması oluyor.
Durum böyle olunca oluşan boşluğu kendi iç motivasyonu-amacı olan cemaatler, ya da çeşitli kılıflara bürünmüş mafyatik yapılar doldurabilir kolaylıkla. Öyle de oluyor.
Metastaz durdurulabilir mi diye soruyoruz, yanıtı net olarak hayır. Çünkü kanser onun varoluşunda gizli. Sorun dışarıdan vücuda giren bir virüs değil.
Bize lazım olan yeni tipte bir devlettir, işçi sınıfının yeni baştan kuracağı bir devlet.