Adam en son 4 yıl önce bir tweet atmış. Sonra mı? Gören duyan yok. Gel gör ki şimdi herkesin dilinde, 23 Haziran sonrasındaki tüm senaryolarda adı geçiyor. Ama hâlâ tek kelime etmedi. Olsun, onun adına konuşmaya hevesli çok kişi var.
Demek artık konuşmadan da, hatta görünmeden de siyaset yapılabiliyor. Tabii bu durum yönetimine talip olduğu memleket için böyle. Yoksa dünya sermayesiyle ilişkiler alabildiğine sürüyor. En son G20 raporunun hazırlanmasında imzası olanlar arasında adını duyduk. Erdoğan yönetiminin Batı sermayesiyle gerilimli ilişkisi sürerken, aileden birisinin onun kontrolü dışında böyle işlere girmesinin canını sıktığını tahmin etmek zor değil. Tıpkı emperyalizmin isim tercihlerinin tesadüf olamayacağını tahmin edebileceğimiz gibi.
Ali Babacan’dan bahsediyoruz. Ziyadesiyle sıkıcı, bırakın lider olmayı en fazla görev adamı olabilecek piyasacı bir ekonomist. Normalde en önde olacak bir kumaş taşımadığı belli. Ama bu yüzden de uygun bir isim olduğu anlaşılıyor. En önde mi olur orası ayrı, o kadar da mühendislik tutmaz bu işlerde, ama bir rol almasının istendiği belli.
Davutoğlu böyle ol(a)madığı için aynı ekip tarafından istenmiyor. Kifayetsiz muhterisliği, fazla ideoloji yüklü olması nedeniyle iktidarın geçmiş günahlarına ortak olduğu gerçeğini gizlemesi zor Davutoğlu’nun. Babacan'ın renksizliği ve sıkıcılığı ama en çok da piyasa ile diyaloğu nedeniyle, AKP iktidarının suçlarına en az Davutoğlu kadar ortak olmasına rağmen, gözlerden kaçabileceği düşünülüyor. Arkasındaki gücün Gül olduğu gerçeği de bu söylenenleri tamamlıyor. Birbirlerine çok yakışıyorlar.
Erdoğan’ın hareketin önderi, devletin başında olması, sanılanın aksine onu daha kararsız, zaman zaman uzlaşmacı ve genelde ittifaklara açık bir pozisyona itti. Oysa Gül ekibinin böyle bir sorunu pek olmadı. Perde gerisinden, Erdoğan’a göre daha rahat bir ajandayla hareket etme, hem emperyalizme hem de gerici ilişkiler ağına daha sadık olma imkanına sahip oldular. Erdoğan’ın pozisyonuysa herhangi bir ittifaka uzun süreli sadakate izin vermiyor.
Geçtiğimiz günlerde Barış Terkoğlu’nun eski AKP’li bakanlardan Erkan Mumcu’yla Odatv’de yayınlanan röportajı, kendi bilgilerimizle tabloya bakınca söylediklerimizi doğruluyor.
Mumcu, Gül’ün Cumhurbaşkanı seçildiği seçimlerde Erdoğan’ın askerlerle bir başka isimde ortaklaşmaya hazır olduğunu, ancak Gül ve Arınç ikilisinin Cemaat’in de desteğiyle 367 krizini tetiklediğini ve Gül’ü köşke çıkaran süreci yönettiğini iddia etti.
Mumcu’nun röportajda Erdoğan’ı kollamasındaki amacın ne olduğunu şimdi bir kenara bırakalım. O ayrı bir konu.
Gül’ün Erdoğan’a kıyasla Cemaat’le daha istikrarlı bir ilişkisi olduğunu anlıyoruz. Bunun aynı zamanda ABD ve AB ile de daha “uyumlu” olmak anlamına geldiğini düşünebiliriz. Bunu görebiliyorduk.
Aslında bu tür ifşaatlarda, belli bir akıl süzgecinden geçirdikten sonra, doğruluk payı olduğunu kabul etmekte sakınca yok.
Çünkü birbirlerini gammazlıyorlar.
Gelelim bugüne...
Bu renk vermeyen sinsilerin zemininin olgunlaşmasında Erdoğan’ın önemli bir payı var.
Onun lider rolünün yönetim sistemindeki değişiklikle birlikte giderek tek ve yalnız adamlığa evrilmesi sürecinden bahsediyoruz.
“Halkın demokratik özlemleri var”, “tek adamlığa tepki var” gibi sığ değerlendirmeleri liberallere bırakalım. Öyle olsa AKP çoktan gönderilirdi.
Kapitalizm bu, eninde sonunda ekonomi tekleyecek, çatışmalar çıkacak, insanlar ölecek, birileri hapse girecek, baskı olacak. Bugün değilse yarın. Dolayısıyla sistem teklemeye başlayınca bir zamanlar Erdoğan’la iktidarı paylaşanların bile “demokrasi” havarisi kesilebileceği bir zemin ortaya çıktı. Zaten uzun süredir aportta bekliyorlardı.
Söylemiştik, Gül’ün kendini temize çekmesi, ya da öyle olduğunun kabulü Erdoğan’ın arkasında saklanmasıyla mümkün olabilmişti. Şimdi tüm bir sistem Erdoğan’ın arkasında kendisini temize çekmeye çalışıyor.
Cumhurbaşkanlığı sisteminin Meclis’i işlevsizleştirmesi, yürütme ile partiler ve dolayısıyla kitleler arasındaki bağı zayıflatması, Türkiye gibi çok dinamikli bir ülkede dengeleri tutmakla yükümlü hukuk ve bürokrasinin altını boşaltması ve son karar mercii olarak tek kişiyi tarif etmesi, icrayı siyasetten kopardı.
Özetlersek siyaset kurumunu alabildiğine tasfiye edip, daha apolitik, piyasayı önceleyen ve denetlenmesi asgariye indirilmiş bir yürütme sistemi Türkiye’ye dayatıldı.
Şimdi bu sistem tartışmaya açılıyor, aksaklıkları düzelteceklermiş. Ama sermaye için asıl önemli olan özü yerinde kalması kaydıyla. Kılıçdaroğlu da eskiye dönmek istemediklerini belirtmişti.
Oysa Erdoğan’ın anlamadığı ya da kabul etmek istemediği şey bu sistemdeki önemli aksaklığın kendisi olduğu gerçeği.
Siyasetin etkisizleştirildiği, denge mekanizmalarının ortadan kaldırıldığı bir devlet sistemi kuracaksınız, bunun başında da gelmiş geçmiş en köşeli ve politik figürlerden birisi olacak!
Siyasetin kanallarını tıkayacaksınız, ama beri yandan memleketteki tüm siyaset damarlarını canlı tutacak bir figür orada durmaya devam edecek.
Bu olmazdı, olmuyor da.
Bu çelişkiyi Erdoğan kendisi yarattı. Belki de buraya ittirildi. Bunun bir önemi yok. Buradan dönebilir mi? Müneccimlik yapamayız, bu saatten sonra zor, ama manevra kabiliyeti yüksek bir siyasetçi olduğunu da biliyoruz. Hâlâ gücü var.
Sonuç olarak devlet yönetiminin kişiselleştirildiği ve apolitikleştirildiği bir mekanizma hazırlanmış oldu.
Sermaye açısından apolitikleşmede sorun yoktu. Ama kişiselleştirme, hele ki bu kişi Erdoğan’sa handikaplı.
İmamoğlu, Babacan vs... İsimler değil ama onlara yüklenen anlamlar tartışmaya değer. Çünkü isimler değişebilir, üç günde sahneye çıkabildikleri gibi, aynı hızla uzaklaşabilirler.
Genelde kimin iktidara geldiğinin daha az önemli olduğu bir politik atmosferde mutabık kalındığı anlaşılıyor. Normalleşme-kucaklaşma dedikleri bu. O yüzden bu seçenekler arasında da belirgin farklar olmaması, ama piyasanın ihtiyaçlarının öncelenmesi şimdilik tercih sebebi. En azından Erdoğan’a kıyasla böyle denebilir. Zira kapitalizm suni ayrımlar yaratarak esas olanı gizlemede beceriklidir.
Bu pilav daha çok su kaldırır. Kolay çözümse, çözümsüzlüğün devamını garanti altına alıyor sadece.