Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP Genel Başkanlığı’na seçildiği günleri hatırlıyoruz. AKP’lilerle girdiği yolsuzluk polemiklerindeki başarısı ve akçeli işlere karışmamış temiz görünen sicili Baykal bıkkınlığıyla birleşince yıldızı kısa sürede parlamış, sağlam bir örgütsel statükoya sahip CHP’nin başına oturuvermişti.
Yeni bir Ecevit rüzgarı bekleyenler bile olmuştu o dönem...
Oysa AKP Türkiye’yi değiştiriyordu, CHP’nin de buna ayak uydurması gerekiyordu. Yapılan hesapların, girilen operasyonların bileşkesinden Kılıçdaroğlu çıktı.
Sonrası malum. Kılıçdaroğlu zamanında CHP, tıpkı cumhuriyet gibi çözüldü, sağcılaştı. Sol’un, sosyal demokrasinin laf olsun diye bile adı geçmiyor artık bu partide. CHP adı bile anılmayacak elden gelse.
Kılıçdaroğlu düzgün görüntüsü, yolsuzluğa bulaşmamış adı, mütevazı hayatı nedeniyle böyle bir dönem için en uygun isim sayılmalıydı. Kendisi tartışılmamalıydı, açık vermemeliydi; çünkü CHP’nin ilkeleri, siyaseti baştan aşağı tartışılacak, değiştirilecekti. Onun döneminde CHP’nin geçirdiği dönüşüm, bu partinin tarihi boyunca yaşadığı en büyük sağa kayma anlamına geldi. Herkes zarfa bakarken, mazruf felaketti.
Bugünler için kısa bir hatırlatma kabul edelim bunu. Şimdi de bir İmamoğlu tartışmasıdır gidiyor. 6 ay önce kimsenin tanımadığı bir isimken, artık herkesin dilinde. Kimilerine göre ülkeyi AKP’den kurtaracak kişi. Oysa o da çeşitli hesapların bileşkesi işte.
Siyaset tarihimizde bu tür örnekleri artırmak mümkün. O yüzden kişileri değil olayları, süreçleri, gidişatın mantığını tartışmalıyız. Yoksa yanılmak çok kolay.
Kılıçdaroğlu sol gösterip sağ vurmuştu. İmamoğlu ise buna ihtiyaç bile duymuyor. Sağ gösteriyor, sağ vuruyor. 10 yılda gelinen nokta olarak kayda geçebiliriz.
Şimdi herkesin dilinde bir normalleşme lafıdır gidiyor. “Önce AKP’den kurtulalım” söylemi de aynısının laciverdi, bir başka şekilde telaffuz edilmesi sadece.
Bakın, Türkiye’de “normalleşme” her dönem dile getirilen bir maymuncuktur. Bunun altını kalınca çizmek gerekiyor.
AKP’nin karşı devrim niteliğindeki faaliyetleri bile bu kavrama dayandırılmıştı. Devlet içindeki anormallikler tasfiye edilecek, çeteler dağıtılacak, siyaset normalleşip, sivilleşecekti.
Bu kavram, içeriği her zaman sermayenin dönemsel ihtiyaçları doğrultusunda belirlenen bir rüya ülkesini anlatıyor. O rüya hiç gerçekleşmiyor ama her dönem bir bahane bulunup halk buna ikna ediliyor, başımıza yeni çoraplar örülüyor.
Biz buna hayır diyoruz.
AKP’nin iktidara gelişi büyük bir sermaye operasyonuydu. Bu söylenen meseleyi basite indirgemek, bu siyasi geleneğin yıllarca süren örgütlenme faaliyetini ve kadrolarının bazı işleri becermiş olmasını görmezden gelmek olarak asla anlaşılmamalı. Elbette kapitalizmin egemenleri “tanrı” gücüne sahip değil. Eldeki malzemeye bakarak kendileri için en faydalı olan planı, programı yapmaya çalışıyorlar. Tıpkı şu anda olduğu gibi.
AKP’liler yediler, içtiler, zenginleştiler, yolsuzluklara karıştılar, dini siyasete alet ettiler. Giderek yanlış kararlar almaya, kendi dar çıkarlarının esiri olmaya başladılar. Ve bu tablo üstüne gelen ekonomik darboğazla birlikte tehlikeli şekilde tepki toplamaya başladı.
Anormal değil, düzen siyasetinde elde edilen güç kirletir, çürütür. Hatta o gücü elde etmeden önce. Çünkü halkın denetleme gücü elinden alınmıştır bu düzende. Bu yüzden aksi örnek görülmemiştir. Geç kalmadan, tepkiler kontrol dışına çıkmadan müdahale etmenin yolları aranıyor. Olan bu.
Şimdi istenen AKP döneminin sermaye için getirdiği kazanımlara dokunulmadan, artık ayak bağı haline gelen siyasi statükonun reforma tabi tutulması. Yani yine bir “normalleşme” dönemi. İçeriğini yine sermaye sınıfı dolduruyor.
İmamoğlu figürü işte bu sürecin temsil edildiği isim. Şimdilik.
İmamoğlu kazanmıyor, Erdoğan ve AKP kaybediyor. Bu fark önemli. Çünkü kazanmanız için, karşı tarafından doğruları yerine kendi doğrularınızı koymanız, onun anti tezi olmanız gerekiyor. Yaşanan şey daha çok yer değiştirmek.
Ortada bir anti tez yok. Bu her geçen gün daha net ortaya çıkıyor. Havuz ve içki meselesi bunun aslında sembolik ama önemsiz sayılmayan bir ayrıntısı.
TKP’nin 23 Haziran’da sandığa gitmeyeceğini açıklamasını da bu bağlamda değerlendirmekte yarar var.
Seçimlerin iptali üzerine, daha kimse, CHP dahil ne yapması gerektiğine karar vermemişken, henüz o gece, İmamoğlu’nun seçilmiş meşru belediye başkanı olduğunu söyleyerek adayını çeken TKP olmuştu. Bunu da İmamoğlu’na kefil olduğu için değil, seçme-seçilme hakkının iktidar tarafından gasp edilmesine karşı durmak için yapmıştı.
Bu açıklamayı İmamoğlu’na destek olarak görmek isteyenler oldu. Bir kısım okumadan alkışlamayı seçti. Şimdi aynı kesimler TKP’nin 23 Haziran kararını eleştiriyor.
Oysa bizim tavrımızda değişen bir şey yok.
Ama CHP’nin ve onun adayının elinden seçimi ve başkanlığı çalınmasına, çok büyük haksızlık ve hukuksuzluğu uğramasına rağmen boykot seçeneğini bir kere bile dillendirmemiş olmasını ve giderek daha uzlaşmacı, sağcı bir pozisyona gelmesini nasıl açıklayacağız. Bunu neden içimize sindirmek zorundayız.
Ve sormak zorundayız: CHP'deki özgüven ve rahatlık nereden geliyor, neye güveniliyor? Ya kaybetme seçeneğindeki milyonları yolda bırakıp kabullenmeyi göze aldılar, ya da böyle bir seçeceğin olmadığından eminler. İki durumda da sorular ortada duruyor.
Birçok kişinin inandığının aksine AKP’nin ve Erdoğan’ın bu iptal süreci için olağanüstü bir önlem al(a)madığı, alternatif bir senaryo geliştir(e)mediği anlaşıldı. Bu sadece beceriksizlik ya da isteksizlikle açıklanamaz.
TKP’nin dini siyasete alet eden, içki yasağını ve haremlik selamlığı savunan bir isme oy vermeyeceği açık. Ama mesele bundan ibaret değil.
TKP’nin asıl görevi emekçi sınıfların mutlak kurtuluşu için yarını bugünden hazırlamak, işçi sınıfının başına yeni çoraplar örmek için hazırlanan senaryolara karşı önlemini almaktır. “Bu bir boykot çağrısı değil, bir siyasi tutumdur” derken kastedilen tam olarak budur.
Türkiye’nin her durumda kararlı pozisyonunu koruyan bir TKP’ye ihtiyacı var. Yarın daha fazla olacak. Çünkü bu düzen çoktan su almaya başladı.