Son yazıda Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın ses getiren kitabı Metastaz’ı ele almış, kitabın devlette yaşanan krizle ilgili verimli bir tartışmayı açtığını söylemiştim. Hatırlatmak için bir kaç paragrafı tekrar aktarıyorum:
“Metastaz, isabetli örneklerle Türkiye’deki cemaatler-tarikatlar olgusunun AKP döneminde değişen niteliğini ve devletle ilişkilerindeki boyut farklılaşmasını aktarmada kuvvetli bir kayıt olarak yerini şimdiden almış görünüyor.
Türkiye’de bu boyutta bir cemaat-tarikat tartışması varsa, aynı anlama gelmek üzere devlet tartışması da var demektir. Kitap, ortaya koyduğu olgular ve olaylarla bu tartışmaya kapı aralıyor.
Sorun şu, emperyalist sistemin krizi ve buna bağlı olarak Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları, tutarlı bir devlet paradigmasını mümkün kılmıyor artık.
Devlet örgütlenmesindeki bu fikirsel boşluk, sermaye düzeni açısından ancak zaman zaman kullanışlı bir aparat olabilecek, ilkel yapılanmalar olarak cemaatlerin gücünün ve rolünün olduğundan fazla görünmesine neden oluyor.”
Devam edelim... Bu paradigma boşluğun temelinde ne yatıyor?
Türkiye Cumhuriyeti emperyalist sisteme bütünüyle entegre olmuş, önemli bir kapitalist devlettir. Devletin geçirdiği dönüşümün kökenleri ve belirleyici parametreleri, emperyalist sistemdeki değişimin niteliğinde, bunun Türkiye’ye yansımasında aranmalıdır. Kapitalizmi dikkate almayan bir devlet tartışmasıyla yol alınamaz.Son yıllardaki gelişmelerin de “cemaatlerin devleti ele geçirmesi” kodlamasına sıkıştırılamayacak bir boyutta yürütülmesi gerekiyor. Bu çok açık olması gereken gerçek, her ne kadar yolun sonuna gelindiği giderek daha fazla hissedilse de, ülkeyle ilgili samimi kaygı duyan, kafa yoran bir kısım “aydın” tarafından ısrarla görmezden geliniyor. Görmezden geldikçe de aydın olma vasfını yitiriyor bu kesim, çürüyor. Bunu şimdilik geçelim, ayrı ve önemli bir tartışma konusu çünkü.
Peki bugüne kadar iyi kötü bir paradigma oluşturabilen Türkiye Cumhuriyeti devleti, kısa sayılamayacak bir süredir neden bunu yapamıyor?
Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyerek başlayalım: Türkiye’de devlet paradigması, resmi ideoloji başlangıçtan günümüze dünya kapitalist sistemiyle bağlantılı olarak belirlenmiştir. Kapitalist bir devlet için başka türlüsü de mümkün değildir. Yeni bir paradigma oluşturulamamasının da altında kapitalizmin (emperyalist sistemin) son bir kaç on yıldır yaşadığı niteliksel dönüşüm yatıyor. Bu tartışmada sabit ayağın, çıkış noktasının burası olması gerekiyor.
Britanya İmparatorluğu’nun hegemonyasındaki emperyalizmin ilk genişleme döneminin ardından ve iki savaş arasında yaşanan daralma döneminde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, ulus devletlerin ortaya çıktığı, küresel ticaretin zayıfladığı, sistemin krizde olduğu bir dönemin ürünüydü. Böyle bir dönemde ortaya çıkan geç kapitalistleşmiş bir ülke olarak Türkiye kendi yağında kavrulmak zorunda kalan, bu yüzden devlet eliyle yerli üretime ağırlık veren, emperyalist sistemdeki kriz ve hegemonya boşluğu nedeniyle (Britanya’nın giderek geri çekilmesi ve ABD’nin yükselişi) sistem dışı güçlerle de ilişki kurabilen (Sovyetler Birliği) bir ülkeydi. Kuruluş döneminin paradigmasını bu şartlar oluşturdu. Kendisini kapsayamayan ve kurumlarını henüz oluşturamayan emperyalist sisteme karşı refleksif ve şüpheci yaklaşıma, bağımsızlıkçılık ve gelişmemiş burjuvazinin önünü açacak bir devletçilik eşlik etti.
Kemalizm’in ilk dönemindeki baskın unsurlar olan devletçilik, bağımsızlıkçılık ve halkçılık bu şartlarda bir paradigma oluşturabiliyordu. Ama altı ısrarla çizilmelidir: Bu paradigma emperyalist sistemin o dönemdeki koşullarına bağlı olarak ve Türkiye kapitalizminin ihtiyaçlarına yanıt veren bir şekilde ortaya çıktı. Bunların giderek terk edilmesi, yine sistemin yaşayacağı dönüşümle ilgili olacaktı.
İkinci savaş sonrasındaki genişleme döneminde emperyalist sistem, ABD öncülüğünde tahkim edildi, kurumsallaşması tamamlandı. Ve Türkiye buradaki yerini hızla aldı. Emperyalist sistemdeki ticari genişleme ve kurumsallaşmanın sağlanması, onun, Türkiye gibi ülkeleri de sisteme entegre edebilme kabiliyetini artırdı. İki savaş arasındaki kaos ortadan kalkmış, devlet eliyle palazlandırılan Türkiye burjuvazisi de hem sisteme güçlü bir şekilde eklemlenmek hem de kendini korumak adına “ithal ikameci” modelde karar kılmıştı.
Resmi ideoloji, Türkiye kapitalizminin emperyalist sisteme entegre olmuş “ithal ikameci” dönemine uygun olarak yeniden elden geçirildi. Kemalizm resmi ideoloji olarak yaşamaya devam etse de temel paradigması güncellendi. Devlet cumhuriyetin ilk yıllarındaki üretici pozisyonunu terk ederek, “yerli üreticiyi –burjuvaziyi- kollayan” bir noktaya çekildi. Devletçilik ilkesi ekonomik açıdan liberalleştirildi, batı alerjisinden tasfiye edildi. Emperyalist sisteme entegrasyonunun tamamlanmasıyla birlikte de yükselen işçi hareketine ve komünizme karşı eli tetikte olacak şekilde yeniden organize edildi.
Devletin resmi ideolojisi olarak Kemalizm’in ikinci dönemi sayılabilir bu dönem. Kemalizm gerekli düzenlemelerle birlikte kapitalizmin ihtiyaçlarına hala yanıt üretebiliyordu.
Kemalizm’in tarihi, Türkiye kapitalizminin ihtiyaç ve yönelimleriyle paralel ilerledi bugüne kadar. Hem ideoloji olarak Kemalizm’in hem de devletteki paradigma boşluğu krizinin altında da tam olarak bu yatıyor. Bu tarihe dikkatli bakınca, son zamanlarda bir kesimin kurtuluşu Kemalizm’in yeniden ihyasında görmesi duygusal olarak anlaşılabilir olmakla birlikte gerçeklikten oldukça uzaktır.
Kapitalizmin 70’lerde içine girdiği krizden yapısal değişikliklerle çıkması, bu noktadan sonra hem Kemalizm hem de Türkiye’deki devlet paradigması için işlerin yokuş aşağı gitmeye başlaması anlamına geldi. Sermayenin finansallaşması, ulus devletlerin sınırlarının önemsizleşmesi ve bunlara eşlik eden emperyalist hiyerarşideki boşluk... Bu kapitalizm açısından da niteliksel bir dönüşüm anlamına geliyordu. O yüzden eski paradigmalardan kurtulmak için çok planlı bir operasyon yürütüldü.
80 darbesi, kapitalizmin yeni dönemine uyum sağlama çabası olarak sahneye sürüldü ve bildiğimiz anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini sarsan, AKP döneminde de ortadan kaldırılmasına kadar giden sürecin kapılarını açtı. Bu nedenle diyoruz ki Türkiye’deki sermaye düzeni tartışılmadan ne AKP döneminde ülkeye ne olduğu ne de bunun sonucunda devlette yaşanan dönüşüm anlaşılabilir.
Son yazıda bu döneme ve yeni olan nedir ona bakacağız.