Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın yeni kitabı Metastaz, devletteki krizin boyutunu göstermesi bakımından çarpıcı bir çalışma olmuş. Sayısı giderek azalan nitelikli gazetecilik emeğiyle, cesurca ve “bir dert taşıyarak” yazılan kitabın hak ettiği gibi tartışılmasını dileyerek başlayalım.
Kitapta yer alan olayların bir kısmını daha önceden takip etmiştik, bunlar derinleştirilmiş. Kimilerini ise ilk defa duyuyoruz.
Metastaz, isabetli örneklerle Türkiye’deki cemaatler-tarikatlar olgusunun AKP döneminde değişen niteliğini ve devletle ilişkilerindeki boyut farklılaşmasını aktarmada kuvvetli bir kayıt olarak yerini şimdiden almış görünüyor.
Cephanemize yaptıkları bu katkıdan dolayı Terkoğlu ve Pehlivan’a teşekkür etmek gerekiyor.
Türkiye’de bu boyutta bir cemaat-tarikat tartışması varsa, aynı anlama gelmek üzere devlet tartışması da var demektir. Kitap, ortaya koyduğu olgular ve olaylarla bu tartışmaya kapı aralıyor.
Pehlivan kitapla ilgili bir söyleşide şöyle diyor:
“Öncelikle şunun altını çizelim; devletin tüm kademelerinde FETÖ üyesi o yapıyla bağlantılı unsurlar vardı. Bunların önemli bir kısmı tasfiye edildi. Peki ne oldu? Yani FETÖ’cü emniyet müdürleri, savcılar, hakimler gitti de yerlerine kimler geldi? Bizim yanıt aradığımız sorular bunlardı. Ve bunun yanıtını aradığımızda da şunu gördük: Devlet çıplak kalmış. Yapı taşını oluşturan tüm hücreler açığa çıkmış.”
Pehlivan’ın “devlet çıplak kalmış” ifadesi son derece kritik. Ve aslında şu anda hangi cemaat hangi köşeyi tutuyor tartışmasından çok daha önemli. Çünkü sorunun kaynağına işaret ediyor. Erdoğan’ın sık sık söylediği “Türkiye bir çadır devleti değildir” ifadesi biraz belagat ama daha çok bir savunma refleksi olarak ele alınmalı.
Kapitalist devlet her türlü gerici yapılanmayı elbette kullanır, cemaatleri de. Ancak bu, kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda oluşturulmuş daha üst bir paradigma altında böyle olur. Şu anda burada bir boşluk olduğu görülüyor. Boşluktan kastım devletin ortada kaldığı ya da hemen büyük sonuçlar verecek kadar paralize olduğu değil. Öyle olmadığı belli ve sermayenin acil ihtiyaçları doğrultusunda gerekli adımları hızla atacak bir akıl görülüyor. Daha derin ve etkisini giderek artan bir şekilde, ama vadesi şimdiden kestirilemeyecek bir dönemde gösterecek yapısal bir kriz söz konusu. Türkiye’yi aşan bir sorundan söz ediyoruz.
Sorun şu, emperyalist sistemin krizi ve buna bağlı olarak Türkiye kapitalizminin ihtiyaçları, tutarlı bir devlet paradigmasını mümkün kılmıyor artık. Bunun ayrıntılarına bir sonraki yazıda değineceğim ama buradaki büyük boşluk şimdilik nihayetinde bir fani olan Erdoğan figürüyle doldurulmaya çalışıyor.
Ancak Erdoğan bir fikrin yerini tutamaz. Son derece pragmatik bir siyasetçi olarak tek adamlığını sürdürmesi kısa süreli krizlerde işe yarasa da, sorun olduğu yerde durmaya devam ediyor.
Devlet örgütlenmesindeki bu fikirsel boşluk, sermaye düzeni açısından ancak zaman zaman kullanışlı bir aparat olabilecek, ilkel yapılanmalar olarak cemaatlerin gücünün ve rolünün olduğundan fazla görünmesine neden oluyor. Diğer taraftan bu boşluk cemaatlerin hak ettiğinden fazla güç kazanmasına da neden oluyor tabii. Karşılıklı bir durum var. Her koşulda Türkiye çapındaki bir kapitalizmin kafası dumanlı tarikatlara tamamen teslim edilmeyeceği açık olsa da, bir devleti devlet yapan “paradigma”dır ve şu anda bu paradigmanın oluşturulamadığı görülüyor ki, bu da Türkiye’nin en önemli tartışmasının cemaatler ve dini yapılar olduğu yanılgısına neden olabiliyor. Siz devlet kadrolarına tutarlı bir "motivasyon" veremezseniz, bu fikirsel boşluğu "cemaatler" doldurabilir, ve metastaz işte böyle ortaya çıkar.
Bu demek değil ki cemaatler önemsiz. Bu gerici yapılar çok büyük bir sorun elbette, ancak bu sorunu ortaya çıkaran nedenleri doğru tespit etmezsek çözüm de mümkün olmaz.
Türkiye’de yüzyıllardır süren ilericilik-gericilik mücadelesinin kavga alanlarından biri olan devlet tartışmasının sağlıklı zemininin böyle kurulabileceğini söylememiz lazım. Devlet paradigmasındaki bu boşluk neden ortaya çıktı ve iktisadi temeli nedir? Buna çözümü nerede aramak gerekir?
Bu nedenle, kitapta da ele alınan dönem, yani ülkede dini bir yapılanmanın, bağlı bulunduğu emperyalist kliğin de desteğiyle ilk defa darbeye teşebbüs etmesinin ardından yaşananlar, tartışmayı “gericilerin devleti ele geçirmesi” kodlamasına sıkıştırılamayacak bir boyutta ele almayı gerektiriyor.
Pehlivan aynı röportajda şu ifadeyi kullanıyor:
“FETÖ’den boşalan yerlere, AKP kendisi açısından daha güvenilir olduğunu düşündüğü farklı tarikatları panzehir olarak yerleştirmiş. Karşılaştığımız tablo buydu.”
Darbenin ardından iktidar adına konuşanlar dahil olmak üzere herkes laikliği keşfetmiş, cumhuriyetin erdemlerini hatırlamış, devletin cemaatleri kontrol altına almasından bahsetmişti. Peki sonuç niye böyle oldu? Yazarların ifadesiyle, neden ders alınamadı?
Bu soruya tatmin edici bir yanıt vermek için Türkiye’den biraz uzaklaşmak, tarihe ve dünya emperyalist sistemin krizine doğru açılmak zorundayız.
15 Temmuz’un polisiyesi ve soru işareti en bol darbe (girişimi) olması bize bir şeyler söylüyor aslında. Devamında yaşananlar için de bu durum geçerli. ABD’nin hangi kolu darbeyi teşvik etti, AB içinde kimler buna hayırhah baktı, TSK kurmayları çoğunluğu onlardan olmadığı halde cemaat neyine güvenip inisiyatif aldılar? Ve tabii şu anda da aktif siyasetin ve bürokrasinin içinde yer alanlardan (Hakan Fidan’dan, Hulusi Akar’a) kimler bu müdahalenin neresindeydi? Kapıdan kovulan cemaat(ler) nasıl oluyor da bacadan giriyor? Bu sorulara hala net yanıtlar verilemedi...
Soruların çok olması, polisiye merakımızı tahrik etmesin, ya da buraya takılıp kalmayalım. Bu çok dolambaçlı, sonunda da bir yere varılamayan bir yol olur. Aksine, soruların fazlalığının çok önemli nedenleri var. Ve bu nedenler, soruların yanıtlarından daha önemli.
Türkiye’deki tüm askeri müdahaleler emperyalizmin ve Türkiye kapitalizminin yönelimiyle paralellik arz eder. İşte bu nedenle teşebbüsteki "muğlaklık" içinden geçtiğimiz dönemin karakterine çok uygun. Devletteki “boşluk” da bununla ilgili.
Darbe sonrası yaşananlar, devletin içinde düştüğü kriz ancak, bu gelişmelerin emperyalist sistemin hangi dönemine denk düştüğüyle ve bu denk düşmenin Türkiye’ye etkileriyle birlikte ele alınınca anlaşılabilir.
Aksi halde hem devletin bir türlü alt edilemeyen dincilerin elinde oyuncak olduğu gibi karamsar bir sonuca ulaşılacak, hem de sorunun kaynağına değil de sonuçlarına odaklanılacağından gerçek bir çözüm mümkün olmayacaktır.
Diğer yazıda buradan devam etmek üzere...