Emekçi kıyımı ideoloji ve hutbe

Bu haftaki yazı konusu bütünüyle değişti. Ancak yazmakta zorlanıyorum. Yazının içeriğini sürekli değiştiriyorum. Çok üzgün ve bir o kadar kızgınım. Duygularımı ve kızgınlığımı denetlemekte bu kadar güçlük çekmemiştim. Kızgınlığım Enerji bakanının Çarşamba günü kameralar karşısında Cuma hutbesinde Soma’ya yer verileceğini açıklamasıyla daha da artıyor. Onca acı yaşanırken hutbeden söz ediliyor! Hutbe teselli mi? Eski deyişle müsekkin mi? Yani sinir yatıştırıcı ilaç mı? Üstelik başbakan da madenlerde böyle kazaların olabileceğini beyan ederek yüzyıl öncesinin ABD ve İngiltere’sinden örnekler veriyor… Kısacası Cuma hutbesiyle birlikte yas günleri sona eriyor, ardından hamasete kapılar ardına kadar açılıyor…

Anımsayalaım soL’un 13 Mayıs tarihli sayısında Rıfat Doğan’ın “Hoş Geldin Taşeron Cumhuriyeti” başlığını taşıyan haber-yorumu birkaç saat sonra olacak Soma katliamının ipuçlarını veriyordu.

Özelleştirme, kuralsızlaştırma (düzenleyiciliğin piyasaya bırakılması veya deregülasyon) ve taşeronlaşmanın en vahim, en onarılmaz sonuçları iş kazalarıdır. Ancak Türkiye’de iş güvenliğinin eksikliği, denetimsizlik belirli sektörlerde öyle boyutlara ulaşmıştır ki artık iş kazalarından değil cinayetlerden söz etmek gerekmektedir.

Özelleştirme, kuralsızlaştırma ve taşeronlaşma... Bir yandan geçmişte emekçilerin alınteri ve ödedikleri vergilerle kurulmuş olan tesisler, kuruluşlar, maden ocakları ve kamu varlıkları elden çıkarılıp yerli-yabancı kişi ve kuruluşlara devredilirken, iktidarda bulunanlara parasal kaynak sağlanıyor, diğer yandan özelleştirmeden nasiplenenler yeni kar kaynaklarına kavuşuyor. İşletmelerin, maden ocaklarının yeni sahipleri karı en çoklaştırmak için üretim maliyetini, bu bağlamda emek maliyetini düşürmeyi şiar ediniyor. Ücretlerin baskılanması tek başına yeterli olmuyor. Sosyal haklar tasfiye edilirken çalışma koşullarının ve iş yerinin uygunluğu, iş güvenliği bir kenara bırakılıyor. Devlet mi? Kamu mülkiyetini ve devlet denetimini her birimde ve aşamada hızla tasfiye edildiği koşullarda bu soruyu sormak aslında abesle iştigal değil midir?

Emek maliyetinin doğrudan ve dolaylı olarak düşürülmesi piyasa ekonomisinin, bir başka deyişle kapitalizmin vazgeçmeyeceği kuraldır. Bu kural kapitalist işverenin iyi veya kötü niyetiyle açıklanamayacak kadar yalın bir gerçektir. Nitekim egemen iktisat kuramında sermaye, toprak, organizasyon gibi unsurların yanı sıra emek de üretim faktörü olarak kabul edilmektedir. Emeğin üretim faktörü olarak nitelendirilmesi tarafsız veya teknik bir yaklaşım olarak kabul edilebilir mi? Kuşkusuz hayır! Sistemde roller önceden biçilmiştir üretim süreci veya prosesinde yer alan faktörlerden biri olan emeğin maliyeti mutlaka aşağı çekilmelidir. İdeolojik kılıf çoktan hazırlanmıştır. Üniversitelerde okutulan İktisada Giriş dersinin ilk saatinde birinci sınıf öğrencilerine üretim faktörleri sıralanır Türkiye’de, İngiltere’de veya ABD’de… Egemen ideoloji emeğe rolü çoktan biçmiştir. Üstelik insan da zaten beşeri sermayedir! Kısaca sermayenin bir kategorisidir.

Egemen ideolojinin damgasını vurduğu renkli, albenili birinci hamur kağıda basılmış ABD kaynaklı veya benzeri magazinleşmiş ders kitaplarının dışındaki gerçek dünyada ise emeğin konumu, gelir bölüşümünden aldığı pay mücadele gücüne, örgütlenmeye ve yaptığı ittifaklara, toplumdaki sosyal ve siyasal yapıya ve güç dengesine göre değişir. Türkiye gibi teknolojik ilerlemenin akıllı telefon kullanımına, ipodlara, iphonelara, tabletlere, lüks binek araçları gibi tüketim malları edinmeye, başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerde akıllı yapılarda yaşamaya indirgendiği, lüks otellere dönüşen hastanelerde ileri teknolojiye dayalı pahalı sağaltım yöntemlerinin uygulandığı toplumlarda emek ancak üretim faktörü, insan da beşeri sermayedir! Teknolojinin riskli üretim alanlarında çalışan emekçinin can güvenliğinin korunmasında etkin olarak kullanıldığı düşünülemez! Neden mi? Çünkü emeğin maliyeti artar! Emek nihayetinde üretim faktörüdür!

Marx’ın tanımladığı “yedek sanayi ordusu” üretim faktörü olarak kabul edilen emeğin bol olduğu toplumlarda sürekli beslenmiyor mu? Soma’daki işyeri katliamı bunu kanıtlamadı mı? Türkiye’de işgücü bol iktidar kanadı da üç değil daha çok çocuk yapın demiyor mu? Sonuçta “yedek sanayi ordusu” veya maden ocaklarının bulunduğu yörelerde çalışmaya hazır potansiyel maden işçi kıtaları hazırlanmıyor mu? Geçmişteki kayıplar bir yana son beş yıldaki maden ocaklarındaki kazaları anımsayalım: Aralık 2009’da Mustafakemalpaşa’da (Bursa) 19 işçi, 2010’da Zonguldak’ta 30 işçi, 2013’te Kozlu (Zonguldak) 8 işçi yaşamını yitirdi. Sonuç? Hamasi açıklamaların ve başsağlığı dileklerinin ötesinde gerekli önlemler alındı ve düzenlemeler yapıldı mı? İnşaat sektöründe, tersanelerdeki diğer sektörler ve iş kollarında kol gezen ölümler karşısında ne yapıldı? Sakat kalanlar, hastalanarak sağlığını yitirenler ve ailelerin durumu sorgulanıyor mu?

Kuşkusuz Soma’daki ölümler bir katliam boyutundadır. Acı büyüktür. Parasal destek, ulusal dayanışma doğaldır ancak sorunun kökenine inilmesi gerekiyor. Yoksa bir süre sonra emin olunuz her yıl 14 Mayıs tarihinde üzüntüler belirtilir, tekrarlanmaması dile getirilir ve “Allah’tan rahmet”dilenir! Sorunun kökenine inecek olanlar da bizzat emekçiler, emekçi örgütleri, sol ve sosyalistlerdir.