Kriz kapıyı çalıyor

Giderek yoğunluğu artan siyasi krizin ötesinde ekonomik krize giden kapılar birbiri ardına açılıyor. Aslında ekonomik kriz sözcüğü kolay telaffuz edilmesine karşın riskli bir kavramdır. Olgunlaşan krizin ne zaman patlak vereceğine ilişkin soruya kesin yanıt verilmesi olanaksızdır.

Kriz konusunda çalışan iktisatçılar kapitalist ekonomide sınır tanımayan serbestleşmeye koşut olarak krizlerin birbirini izlediğini ve tek tip kriz olmadığını bilirler. Nitekim iktisat yazınında birinci, ikinci, üçüncü kuşak gibi krizi açıklayan modeller oluşturulmuş ve her krizin ortaya çıkardığı yeni boyutlara dikkat çekilmiştir. Üstelik yaklaşan krizin öncü göstergelerine ilişkin çok sayıda araştırma da mevcuttur. Buna karşın krizin tarihi konusunda kesin öngörüde bulunmanın yanıltıcı olacağını bir kez daha vurgulayalım.

Kriz konusunda ihtiyatlı olmak, ekonomideki aşırı kırılgan yapıyı görmemizi engellemiyor. Aşırı kırılganlık ise krize kapıyı aralayan temel özelliktir. Kırılganlıktan muzdarip Türkiye ekonomisinde krize sürüklenme riski giderek artmaktadır. Ekonomiden sorumlu bakanların ekonominin sağlam temelleri bulunduğu, yerel seçimler sonrasında işlerin rayına gireceği ve en geç sonbaharda toparlanmanın gerçekleşeceği yönündeki açıklamaları bir söylem olmanın ötesine geçemiyor. Bu türden sözlerin dayanakları neler olabilir?

Bütçe açığı ve kamu borç stokunun milli gelire (GSYH) oranının düşük düzeyde seyretmesi, cari(dış) açığın daralması ve ihracatın artmasına ilişkin öngörü ve beklentilere yetkililerin sıkı sıkıya sarıldıkları görülüyor.

Bu dayanakları gözden geçirelim. Türk lirasının son aylarda hızla değer yitirmesi, örneğin dolara göre yüzde 22 dolayında aşınması geçici olarak ihracatı artırabilir. Bununla birlikte ihracat artışı tek başına bir anlam ifade etmemektedir. Eğer ihracat ithalatı körüklüyorsa, kısacası net ihracat (ihracat-ithalat) pozitif değere sahip değilse salt ihracat artışından söz etmenin anlamsız olacağını belirtelim. Önde gelen ihracatçı kuruluşlara bol keseden madalya dağıtılan bu ülkede, ihracatın ithalata bağımlılığı sorgulanınca gerçekler ortaya çıkmaktadır. Bunun için en ihracatçı on sektörün yarısından çoğunun sattığından daha fazla ithal ettiği dikkate alınınca, geliştirilen söylemin boş içeriği gözler önüne serilmektedir.

Diğer bir dayanak cari açıkta öngörülen daralmadır. Ekonomik büyümenin hız kesmesi cari açığı küçültecektir. Bu doğal gelişmeyi bir başarı gibi göstermek şaşırtıcı olduğu kadar yanıltıcıdır. Üstelik ithalatın pahalandığı dikkate alınarak cari açıktaki küçülmenin çok sınırlı kalacağını da belirtmek gerekiyor.

Gelelim bütçe açığının ve kamu borç stokunun milli gelire oranının düşük düzeyde seyretmesine… Özellikle finansal krize kapılmış Avro Bölgesi ülkeleri dikkate alınarak, Türkiye’deki düşük seyreden oranlar ön plana çıkarılıyor. Türkiye’de resmi yetkililer ve yandaş iktisatçılar AB ülkeleri için belirlenmiş üst sınırı dikkate alarak değerlendirme yapıyorlar. Ancak işin püf noktası da buradadır. Neden mi?

Bütçe açığı ve kamu borç stokunun düşük düzeye indirgenmesi kriz riskinin ortadan kalktığını göstermez. Çünkü ancak bazı krizlerde (birinci kuşak krizler) bu tür makro değişkenlerdeki olumsuzluk kriz koşullarını hazırlamıştır. Kaldı ki, Türkiye’nin dış borç stoku fazladır ve borç stokunun üçte ikisi özel sektöre aittir. Özel sektör borcunu da bankacılık-finans ile reel sektör yaklaşık olarak eşit olarak paylaşmaktadır. Bu noktada bir anımsatma yapalım: 1990’ların sonlarında beklenmedik biçimde patlak veren tahrip edici yüksek Güneydoğu Asya krizi özel sektörden kaynaklanmıştır.

Türkiye’de bütçe açığını ve kamu borç stokunu düşük tutmaya kilitlenen yetkililer, aşırı değerli TL ve uluslararası piyasalara göre yüksek faiz uygulamasıyla birlikte ülke ekonomisini yabancı sermaye ve yerli ortakları için çekici bir yatırım/rant alanına dönüştürmüşlerdir. Yabancı sermayede kısa vadeli spekülatif fonların ağırlığı fazladır. Bu koşullarda net özel sermaye girişinde aniden daralmaya bağlı olarak cari açıkta beliren hızlı ve kapsamlı bir daralma, ithalata göbekten bağımlı olan imalat sanayisinde üretimi hızla azaltacak ve reel sektör, istihdam, ücretler ve gelir bölüşümü etkilenecektir. Bu tür kriz para krizini de beraberinde getirdiği için finans sektörünü de kapsamına alır ve bankacılık krizine doğru pupa yelken yol alınır! Sermaye girişinde ani durma veya daralmaya bağlı kriz İngilizcede”sudden stops” olarak ifade edildiği için bu kriz türünü “ SS krizi” olarak nitelendirmek de olanaklıdır.

Dışarıdan gelen sermaye ve, spekülatif fonlara bağımlı Türkiye ekonomisi “SS krizi”ne yatkın değil mi? Üstelik sermaye girişinde risk faktörleri hızla birikirken ve hükümet ateşe benzin dökerken… Bu denli kırılgan, bağımlı ekonomik-finansal yapı ortadayken bir de ülke bölgede siyasi-askeri maceralara sürüklenmeye çalışılıyor…

Not: Yarın oy kullanmaya giderken gönlüm Ankara’da Kaya Güvenç, İstanbul’da Aydemir Güler, Defne’de Sevra Baklacı ve diğer kentlerde sosyalist adaylar ile birlikte olacak.

Son söz: Yitirdiğimiz tüm gençlerin ve daha bir çocuk olan BERKİN’in katilleri nerede?