Otoriter rejim projesi ve büyük sermaye

Başbakan, hükümet ve AKP’nin, Meclis’teki çoğunluğa dayanarak şimdiye dek gerçekleştirdikleri ve üç vakte kadar yapmaya soyundukları yasal rötuşlarla yeni bir siyasal düzen veya rejimi yerleştirmeyi hedefledikleri ortadadır. “Kürt açılımı” olarak nitelendirilen çelişkili politikayla BDP-HDP’nin veya bu oluşumdan koparılmaya çalışılanların desteği alınmaya çalışılmaktadır.

Genel seçimler öncesinde dar bölge sistemine geçişle birlikte mutlak iktidarın pekiştirilmesi ve başkanlık rejimine adım atılması projenin önemli parçasını oluşturmaktadır.

Bu tasarımlar gerçekleşir mi? Kısa bir zaman aralığında hızla atılması planlanan bu adımların yasal ve siyasal platformda cambazlığı gerektirdiği açıktır. Bir başka deyişle oyun kuramı uygulamasında ilginç bir örnekle karşılaşmaktayız. Oyuncuların, yani tarafların davranışı oyunun gidişatı ve sonucunda belirleyici olacaktır. Kısacası çok yönlü ve taraflı bir oyun söz konusudur. Üstelik oyunda yer alanlardan bir bölümünün bizzat iktidar partisi mensubu olmaları durumu daha da karmaşık ancak ilginç kılmaktadır. İlginçlik toplum açısından riskin çok belirgin ve yüksek olduğunu da perdeleyememektedir. Bir dönem başbakanın sıklıkla kullandığı ve hızla tedavülden kaldırdığı “kazan-kazan” (win-win) stratejisinin geçerli olacağı, yani tüm tarafların kazançlı çıkacağı bir oyun oynanmıyor. Kazananların ve kaybedenlerin daha şimdiden belli olduğu, orta ve uzun vadede toplumun ve ülkenin ağır bedel ödeyeceği bir oyun sergileniyor.

Bu noktaya nasıl gelindiği sorusunun yanıtı geçmişten bugüne uzanan siyasi, sosyal ve ekonomik tarih araştırması ile verilebilir. Yanıt arayışında büyük sermaye gruplarının tavrı mercek altına alınmalıdır.

Zaman şeridinin geriye sarılması, günümüzdeki yandaş ve yandaş olmayan ayrımı bir yana büyük sermaye gruplarının yani büyük burjuvazinin bir bütün olarak iktidarın yanında yer aldığını ve konumu itibariyle nemalandığını göstermektedir, Kısacası sermayede “yeşil” ve “laik” gibi bir ayrım yapılması yanılgıya yol açmaktadır. Şubat 2001’de patlak veren büyük krizin ertesinde uygulamaya konulan GEGP’in (Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı) ardından 2002 sonbaharındaki genel seçimlerinin iktidara getirdiği AKP’nin uygulamayı sürdürdüğü IMF programlarından büyük sermaye grupları - yeşili ve laiki (!) - son derece memnun kalmıştır. Merkez medya olarak bilinen gazetelerin sahibi “laik”(!) büyük sermaye, iktidarın uygulamalarına sürekli alkış tutmuştur. Türkiye’deki ekonomik çarkın dönmesi için daha çok spekülatif nitelikteki yabancı sermaye girişine ve dış borçlanmaya dayalı bu AVM ekonomisinin inşasında yer almıştır. “Reform”lara kapılıp gidilen Türkiye’nin AB üyeliği için ciddi uğraş verildiğini düşünenler desteklerini koşulsuz sürdürmüşlerdir. 2007 genel seçimlerinden öncesindeki propaganda niteliğindeki yayınlara göz atmak yeterli olacaktır.

Sermaye kesiminin bu tavrına aşinayız. 1989’daki dış finansal serbestleşme –sermaye hareketlerine tam serbestlik sağlanması- ardından 1990’lı yıllarda giderek artan devlet iç borçlanmasından özel bankalar ve imalat sanayinde de faaliyette bulunan holdingler büyük kazanç sağlamadı mı? Ekonomideki dönüşüm ve sağlıksız yönetimin, bu bağlamda devlet borçlanmasından kazanç sağlamanın bir göstergesi de imalat sanayiinde faaliyet gösteren en büyük 500 kuruluşun bilançolarıdır. Firmaların asli faaliyet alanı - üretim - dışından sağladıkları gelirlerin (tahvil, bono, repo, döviz,vb.) vergi öncesi net bilançolarına oranının 1982’de yüzde 15,2 iken, 1998’de yüzde 87’ye, 1999’da ise yüzde 219’a ulaştığını anımsayalım. Gerek reel kesimde gerekse bankacılık kesiminde asli faaliyet alanından uzaklaşılarak devlet borç senetlerinin ticaretine soyunarak kazançlarını katlayanların topluma yüklediği faturayı 2001 kriziyle birlikte emekçiler, tarımda küçük üreticiler, küçük sanayiciler, emekliler, işsizler ve işsiz kalanlar ödemiştir. Araba devrildikten sonra yol gösteren çok olurmuş, büyük sermayenin de aynı tavrı takındığınıgördük.

Benzer biçimde büyük sermaye AKP iktidarını blok olarak son yıllara dek koşulsuz desteklemiştir. Yakın dönemde ise sermayedarların bir bölümünün AKP iktidarından memnun olmadığı, TÜSİAD yönetiminin zaman zaman yakındığı ve iktidarı eleştirdiği gözlenmektedir. Bu karşı tavır demokrasiyi sahiplenme kaygısından mı, yoksa parasal güç kaybından mı kaynaklanıyor? Klasik benzetmeyle pasta payının küçülmesi mi belirleyici oluyor? Yanıt arayışında iktidar-büyük sermaye grupları arasında son yıllarda değişme yörüngesine giren çıkar ilişkilerinin dikkate alınması gerekiyor. Bu yönden hükümet/parti yanlısı sermaye grupları ile uzak düşenler arasında bir ayrım yapmak yararlı olacaktır. TÜSİAD, MÜSİAD ve TUSKON’un ekonomik-finansal yönden temsil gücü ve iktidara yakınlığı, hatta “organik” ilişki düzeyi belirleyici oluyor. İktidarın, karşı tavır takınan sermaye gruplarını “terbiye etmek” veya “hizaya getirmek” için kullandığı devlet gücünü ve yoğunlaşan baskıyı dikkate almak gerekiyor.

Şimdi en nemli soruya geçelim: Otoriter rejimin üzerinde yükseleceği ekonomik-finansal temel sağlam mı? Kaygan mı? Bir önceki yazıda sorduğumuz bu soruyu odak noktası kabul ederek haftaya devam edeceğiz.