Hüznün, Arkadaşlığın, Kardeşliğin Kucağında Yiter Hayatlarımız

Bu ayki yazımda, Avrupa'nın nitelikli emek konusunda çektiğı sıkıntıya ve bu sıkıntıyı bertaraf etmek için ABD ve Kanada ile yaptığı işbirliği anlaşmalarına ve yeni göç dalgasının niteliğine değinmek niyetindeydim. Bunlardan bahsetmeye hiç halim yok. Bugün yakın bir arkadaşımı kaybettiğimi öğrendim, hem de gurbetteyken aldım bu haberi.

Arkadaşımı methetmeyeceğim burda size. İhtiyacı yok. İyi insandı. Ülkemiz yıllardır sadece politik olarak cinnet geçirmiyor. Trafik ayrı bir cinnet konusu. Sevilay Kaygalak'ı trafik kazasına kurban verdik. Benim tanıdığım Sevilay devrimci olduğu kadar, yiğitti de. Eminim aynı yiğitlikte direndi ölünceye değin çektiği acılara.

Hüznün ufkunda bir bir yiten hayatları ağırlıyoruz sırayla. Giden yalnız gitmez. Bizi de yanında gotürür gittiği yere. Akşam, tüten bir tılsım gibi çöker bir süre içimize. Sonra yeniden eski dengesine kavuşur hüznü tadan kalbimiz. Her kabullenme bir kabuktur aklımıza ve kalbimize çöreklenen. Biz kabullenerek büyürüz ve kendimizi hazırlarız yavaş yavaş gelmekte olana. O yüzden giden bizden birşeyler de götürür mutlaka. Naifliğimizi alır başta. Kolay mı ölüme alışmak? Alışırız ama zamanla!

Kentli bir insanın toprağa alışması gibi birşeydir ölüme alışmak. Aslında bir tür aslına dönmedir. Ölümün kokusu vardır mesela. Ağırdır! Eminim herkes bu kokuyu farklı deneyimler. Ama alışınca güzel gelir. Toprak kokusuna benzer. Niyeyse bana biraz da kıştan çıkmak üzere hazırlanan toprağın kokusunu anımsatır. Sanırım babamı böyle bir günde toprağa verdiğim için. Bir hazırlanma, patlama isteği ama henüz hazır olamama. Bu yüzden belki ölümün kokusunda biraz kaygı, biraz henüz olmamış olma, çiğ olma durumu, biraz da korkunun kokusunu hissederim.

Aslında Türkiye'de yiğitlik tanımı tam da böyle kokar hep! Yiğitlik, çocukça bir çiğlikle, yok olmak üzere bir yeniden doğmanın nihilizmi arasında tanımlanır. Yiğitliği anlatan diller niyeyse hep, ölüme yakın duran, onunla dalga geçen bir insan tasfiri çizerler. Oysa yiğitlik en çok hayata dair olmalıdır belki de! Hayata yakınlaşabilmeyle, onunla kucaklaşabilmeyle ilgili olmalıdır. Yaşadığı günün tadını çıkartmayı becerene adam gibi aşık olana ve bir ömür boyu sevene bir kucak dolusu arkadaşlarına, kardeşlerine sarılabilene sevdiğine sevdiğini, gözündeki buğuyla, dilindeki içten sözle gösterebilene yiğit desek keşke. En büyük yiğitlik bu belki de. Çünkü ölüme alışmak bir tür mezbaha sendromudur. En çok belki kasaplar alışır ölüme. Zamanla, yaşlandıkça hepimiz de alışırız zaten ölüme. İster istemez hazırlarız kendimizi. Çünkü zaten yaşamın amacı ölümdür. Yaşamın hedefi ölümdür.

Kaç kişiyi gömdüm bilmiyorum. Kucağımda mezara indirdiklerim: Babam, annem, amcam, anneannem. Arkadaşlarıma hep uzaktan, hüzünle baktım gömülürken. Aslında onlara da son bir kez sarılmak isterdim. Ama arkadaş olmak bu son anda uzaktan ağlamayı gerektiriyor niyeyse. Oysa ölüme bizi en çok arkadaşlarımız yaklaştırır. İçimize bir sancı salarlar. Sarılamamanın sancısı. Yakın ama uzak olmanın sancısı.

Güle güle Sevilay. Sevgimle kal güzel arkadaşım, Dostum.