Geçtiğimiz günlerde genç bir işçi işsizlik nedeniyle kendini yaktı, dört gün yoğun bakımda kaldı, sonunda hayatını kaybetti. İş için gittiği belediyeden terslenerek kovulmuş, gururu kırılmıştı. Zaten uzun süredir işsizdi. Kardeşinden istediği 20 lirayla aldığı benzini üzerine dökerek hikayesini sonlandırdı.
Gurur demişken, yaklaşık bir yıl önce oğluna pantolon alamamasını kendisine yediremeyip bunalıma girerek intihar eden Gebzeli işçi Devrim’i hatırlamak gerekiyor.
İşçilerin “gurur” hikayeleri artıyor...
Antepli gencin annesi oğlunun başına gelenlerin bir kediye, köpeğe yapılan kötü muamele kadar gündeme gelmemesine isyan etti. Aynı günlerde son yılların popüler dizi senaristlerinden birisi gençlere “Bir hayaliniz varsa bir an önce yapmaya başlayın. 10 bin saat kuralını uygulayın ve konunuzda uzmanlaşın” diyerek öğüt veriyordu. Tabii bu açıklamaya tepkiler gecikmedi. Ülke yangın yeri iken böyle ahkam kesenlere iki çift laf etmek gerekiyor elbette.
Ama şaşıracak bir durum da yok. Sınıf kavramı siyasetten uzaklaştırıldığından beri herkesin istediğini sevmek, istediğine sövmek konusunda eli rahatladı. İsteyen istediğiyle, keyfine göre kafasında, ruhunda, sandıkta ittifak kuruyor. Hayal kırıklığına uğrayınca da abartılı öfke nöbetleri geçiriyor.
Oysa sınıf diye bir şey var. İstenildiği kadar unutturulmaya, gözden uzak tutulmaya çalışılsın, bu gerçek her an, her olayda karşımıza çıkıyor. Herkes sınıfına göre tepki veriyor.
Mesela hiç duymuyoruz bir patronun çaresizlikten kendini yaktığını, yok olmayı seçtiğini; gerçekten çaresiz bir anda olsa bile. Bu işçinin acı dilidir, ona hastır. Çünkü patron en çaresiz anda bile düzenin sahibi gibi davranır, öyle olduğunu bilir; sınıf içgüdüsüdür bu. İşçi ise emeğiyle geçinemediğinde bir hiç olduğunu fark eder. Geriye ya yok olmak, ya mücadele etmek kalır.
Ekonomik krizin emekçiler üzerindeki olumsuz etkileri her geçen gün artarken, bu konunun iktidarıyla muhalefetiyle halka kanıksatıldığını görüyoruz. Kriz başlığı seçim meydanlarında 31 Mart öncesindeki kadar kendine yer bulamıyor.
İktidar öncelikli hedef olunca, haliyle hedefe önce o oturtuluyor, onun çelişkileri eleştiriliyor. Ama unutulan, geride bırakılan sadece bekâ söylemi değil. Muhalefetin de unuttukları var: 24 Haziran’a giderken ekonomiyi gündemden çıkardığı, emekçilerin durumunu geri plana ittiği görülüyor. Oysa her şey daha kötüye gidiyor.
Ülkenin toptan sağcılaşan siyaset arenasının şansı mı demeli, şimdi moda yer sofralarındaki iftarlar. Hangi siyasetçi daha fakir aileyi bulup bağdaş kuracak diye yarışıyorlar. Bu sofralarda ve aralarda yapılan inanç eksenli açıklamalar da cabası.
Ama bunun böyle olmasının nedeni var. Çünkü düzen siyasetinin figürlerinin tamamı, öyle ya da böyle bu düzenin devam etmesi için çabalıyor. Tutarlılık ya da emekçilerin çıkarlarının değil, bu düzenin dümenine oturmak için ne gerekiyorsa onun peşindeler. 31 Mart öncesi ekonomiydi, şimdi iftar sofrası...
Liberallerden, muhalif iktisatçılara kadar dillere dolanan şey ise iktidarın demokrasi dışı yönetim anlayışının ekonomiyi bu hale getirdiği. Piyasaların ülkeye güveni kalmamış, öyle diyorlar. Yapısal reform gerekiyormuş, en önemli yapısal reform ise ülkenin demokratik bir yönetime geçmesi, tek adam yönetiminin değişmesi, kurumların çalışır hale gelmesiymiş. Bunun iyi örneği olarak da çelişkili biçimde AKP’nin ilk yıllarını gösteriyorlar.
Yine bunları söyleyenler, AKP’nin üretken olmayan beton ve rant ekonomisini beslediğini de ekliyorlar. Aslında ne söylediklerini kendileri de bilmiyor, sürekli çelişiyorlar. AKP rant üzerine bir ekonomi işlettiyse geçmiş yılları nasıl iyi örnek olarak gösteriliyor? Eğer baştan beri aynı model devam ediyorsa, şimdi neyi tartışıyorsunuz?
Burada elbette konuşulacak çok şey var. Ama mesele o değil. Mesele, sermaye sınıfı adına yapılan büyük manipülasyon.
Liberal iktisatçılar kapitalizmi kendi içinde tutarlı bir sistem olarak kabul ettiklerinden, onun krizlerinin sistemin kendisinden kaynaklandığını görmezler. Krizsiz bir kapitalizm tarihin hangi döneminde olmuş ki, şimdi olsun.
Kriz anlarında da günah keçisi olarak siyasetçileri öne sürer, kapitalizmi aklarlar. Sanki başka türlüsü mümkünmüş de becerememişler gibi. Şu anda yaşanan da aşağı yukarı bu. Siyasetçiler elbette suçlu, ama esas olan bataklığı kurutmak.
Böyle olduğu için de birkaç yıl öncesine kadar ekonomi mucizesi diye övdükleri AKP’yi şimdi yerin dibine sokmakla meşguller. Demokratikleşme, kurumlar vs. gibi lafların altında aslında sistemi aklama, yeni yüz ve figürlerle düzeni devam ettirme çabası var.
Muhalefet de aynen bu söylemi tutturuyor; kucaklayıcı olmak, kutuplaştırmadan uzak durmak, demokratikleşmek herkesin dilinde. Yeni dönemi bunlarla karşılamaya hazırlanıyorlar.
Türkiye bitmeyen dönemeçlerinden bir yenisine daha girdi. Önümüzde çok senaryolu bir süreç var. Sınıf kavramının gündeme çok kuvvetli bir şekilde sokulmasından başka bir seçenek yok.