Üniversite(li)lere ne oluyor?

Türkiye’ye, dünyaya ne oluyorsa o oluyor. Farklı bir şey değil. Ne yazık ki!

Bazen bazı olaylar olur. Toplumsal bir iltihabın artık daha fazla görmezden gelinemediği nokta gibidir bu tür olaylar. Bir cerahatin boşalması gibidir bu olay. Herkesin bildiği, gördüğü ama bilmiyormuş, görmüyormuş gibi yapabildiği bir şey gelir ve kendisini dayatır: “Buradayım! Artık -mış gibi yapabilme devri bitti!” der.

Ceren Damar’ın öldürülmesi de tüm topluma üniversitelerin çürümesini dayattı. “Bak, işte burada! Burnunuzun dibinde!” dedi.

Hâlbuki ne “özel” başlamıştı her şey! Bilkent’i hatırlıyorum mesela. 90larda. Taaa Ankara’lardan kalkıp Eskişehir’e, bizim okula Bilkent’i tanıtmaya gelmişlerdi bir gün. Okulun kütüphanesinde “parlak” bir sürü öğrenciye neler yaptıklarını anlatmışlardı profesörler. Evet, profesörler özel bir üniversiteyi burslu olarak yazalım, kazanalım, isteyelim diye bize tanıtmaya gelmişlerdi. Hatta biz de küçük bir gezi ile, o zamanlar Ankara’nın dışında olan, şimdilerde ise bayağı bir içinde kalan kampusu gezmeye, görmeye gitmiştik.

“Özel güzeldir”in ilk anlatımıydı bu iki karşılaşma. Daha doğrusu paranın (siz onu el konulan artı-değer olarak okuyun) gücü ile ilk büyülenme seansı. Parlak öğrenciler olarak etkilenmemizi beklemişlerdi. İmkânlar şelalesi gibiydi üniversite (Tabii ki şimdikilerle kıyaslanmaz! Şimdi mezuniyet sonrası Amerika’ya göndereni mi istersin, evden özel şöförle aldıranı mı, diplomayı kapıya getireni mi! O zamanın ilk özel üniversitesi bile şimdikilerin yanında mütevazıydi yani).

Sonra sınavlar oldu. Aramızdan iki kişi ilk 100’e girdi, 10 kişi ilk 500’e ve 25 kişi de ilk 1000’e. Rakamları net hatırlayamıyor olabilirim ama “başarı” tablosu aşağı yukarı böyleydi. Okulda mühendisliğe ve tıbba girmeyen kalmamıştı. Ama kimse yazmadı Bilkent’i. Kimse özel bir üniversitede okumak istemedi. Onca “imkâna” rağmen.

Kamucu muyduk? 18 yaşında? Eh, kısmen. Geçmişin gölgesi vardı halen üzerimizde, ailelerimizde, ülkemizde. Öyle, pek de bilmeden, “Devlet üniversitesi” iyidir kafasındaydık ve başka bir kafa da yoktu aramızda.

Sonrası ise malum. Önce vakıf üniversiteleri tek tük belirmeye başladı. Sonra her holdingin, her sermaye grubunun üniversitesi olmaya başladı. Sonra her il ve de her ilçeye bir devlet üniversitesi açıldı. Sonra da her apartmana bir üniversite tabelası asılmaya başlandı. 20 yılda üniversiteyi üniversite yapan ne varsa hepsi bu hızla savruldu, gitti. Türkiye neredeyse üniversite çöplüğüne dönüştü.

Merak ettim, aynı dönem için Brezilya’yı araştırdım. Çok benzer bir süreç yaşanmış. 2010 itibariyle Brezilya’da 2400 yüksek öğretim kurumu bulunuyormuş. Ve bu sayının sadece %10’u kamuya aitmiş. Brezilya’nın Türkiye’den en önemli farkı ise şuymuş: Tarihi boyunca yüksek öğretim hep özel olmuş. 1997’de toplam öğrencilerin %50’si özel üniversitelerde iken 2010’da bu oran %80’e çıkmış [1]. 20 yıllık kesitte özel üniversitelerin öğrenci kontenjanı %600 büyümüş. %600! “Yatırımcılar” büyümekten de öte “patlayan” üniversite piyasasının fırsatlarını çok iyi değerlendirmişler [1]. Yani…

Yani dünyada olan bu: Yüksek öğretim, toplumsal öğütülmenin bir sembolü haline gelmiş durumda. Türkiye’de yaşanan da bu. Türkiye’ye özgü yanlarıyla. Ne yazık ki!

Şimdi anlaşılan o ki herkes üzgün. Önemli bir kesim de endişeli, hem ülkeden hem üniversitelerden hem de başka birçok şeyden. Mezuniyet sonrasında lisansüstü eğitim ve iş için Avrupa’ya göçenlere artık üniversite için Avrupa’ya göçenler ekleniyor. Hatta çoktan eklendi. Üzüntü, kaygı, çaresizlik ve kendini kurtarma hislerinin hepsi bir arada.

Ve şimdi herkes üniversitelerin ne hale geldiğini de bir anda fark ediverdi sanki. Üniversitelerin geçirdiği değişim ve dönüşümle ilgili kitaplar, pasajlar, görüşler paylaşılıyor her yerde. İyi ama insan sormadan edemiyor: tüm bunlar gözümüzün önünde olup bitmedi mi? Tüm yüksek öğretim alanı piyasaya açılırken, üniversite-sanayi işbirliği adım adım gelişirken, piyasaya uygun olmayan bölümler birer birer kapanırken geleceği görmek mümkün değil miydi? “Saygın hocalarımıza(!)” mütevelli heyetliklerinde koltuklar dağıtılırken alkışlar kopuyordu, protestolar değil. Atı alan Üsküdar’a çoktan geçti! Ve o at Anadolu’nun dört bir yanını da değiştirdi. Üniversiteler hariç değil!

Sahi, üniversiteyi üniversite yapan nedir? Var mıdır öyle kendinden menkul bir iklimi, havası, suyu?

Hatırlıyorum mesela, ODTÜ’nün dönüşümünün simgelerini: McDonalds, AVM ve özel yurtlarla başladı her şey. Bir avuç öğrenci, akademisyen, üniversite emekçisi canla başla bu değişimi, dönüşümü durdurmaya, anlatmaya, teşhir etmeye çalışırken uzak masalarda “yav, n’olacak ki açılsa!” diyordu oğlanlar, kızlar, arkadaşlarımız. Çoktular da. Kimisi iyiydi, kimisi umursamaz. Ama çoğunluğu kayıtsızdı. Uzaktan, öylece sessiz izlerlerdi bizi.

Bazıları işte bu “sessiz çoğunluk” adına konuşurdu, sık sık: “Sessiz çoğunluk” üniversitelerde huzursuzluk çıkaranları istemiyor, falan derlerdi. İşte o sessiz ve de sinik çoğunluğun çocukları büyüdü, üniversite çağına geldi. Artık onların günlerini yaşıyoruz.

Ve onlar karar verecekler. Olan bitenin daha da ötesini uzaktan öylece izleyecekler mi yoksa…

Göreceğiz.

 

[1] https://www.economist.com/the-americas/2012/09/15/the-mortarboard-boom