Pisi pisine

Salı günü, Ulusal Psikiyatri Kongresi’nin ilk günüydü. Önemli bir kurs ile açılmıştı kongre. Hindistan asıllı psikanalist Salman Akhtar “dinlemek” üzerine konuşuyordu: Kelimeleri dinlemek, sessizliği dinlemek, eylemleri dinlemek üzerine. Psikiyatriden de öte temel insan ilişkilerine dair üç ders gibiydi anlattıkları. Ki psikiyatri bunların üzerine kurulu bir meslek zaten: Dinlemek, düşünmek, farketmek ve değiştirmek üzerine…

Sonra ağır ağır yayıldı haber. Gazete sitelerinde “flaş” olarak geçmeye başlayınca önce meslektaşlar arası iletişim grubuna düştü: “Bir hastası tarafından vuruldu deniyor. Bilgisi olan var mı? Umarım doğru değildir!” diye. Sonra sanki inkâr devreye girdi ve farklı rivayetler dolaşmaya başladı. “Odasında saldırıya uğramış; yok hayır, kapıdaymış; hastanesine girmek üzereyken; psikiyatrist değilmiş; hasta hastası değilmiş” gibi gibi.

Ancak saatler sonra netleşti her şey: Bir hekim daha, hastası tarafından vurularak öldürülmüştü. Ve bu sefer öldürülen bir psikiyatristti. Tam da karşısındakini dinlediği, dinledikleri üzerine düşündüğü, anladığı, fark ettiği beden parçasından, beyninden vurulmuştu.

Vahim bir haberdi, vahim bir ölümdü. O gün ve ertesi gün çeşitli açıklamalar yaptık. Alkışladık, ıslıkladık. Ama birkaç gün içinde fark edecektik ki (ya da fark etmeyecektik ki) öfke, endişe ve çaresizlik arasında alışmıştık biz bu ölümlere. Belki başka ölümlere de alıştığımız için, belki ardı arkası kesilmeyen “kayıplara” alıştığımız için. Ama bu sefer, hem sağlık camiasının hem de toplumun genel tepkisi, geçmiş yıllardakilerin yanında oldukça sönük kalacaktı.

İşte o alışıp gitme arasında “Pisi pisine” demiş bir meslektaşım, psikiyatrist Fikret Hacıosman’ın öldürülmesi sonrası meslek grubumuza gönderdiği mesajda. Ölümle, hem de sarsıcı ölümlerle başa çıkmanın türlü yolları var. Bunlardan bir tanesi de münferit bir olay olarak görebilmek yaşananı. Boş yere öldüğünü düşünmek.

Hakikaten, uzaktan bakınca öyle de görünebiliyor. Hele söz konusu olan akıl sağlığı olunca “tuhaflıkların” üstüne kolayca bir soru işareti konabiliyor. Ne de olsa toplumda psikiyatrinin “tuhaflıkları” diğer tuhaflıklardan ayrı tutuluyor.

Ama işte hiç olmayacak bir şey olmuş ve bir anda öfkelenen bir hasta çekmiş silahını (ki zaten artık ülkemizde silah bulundurmak, taşımak da sıradan bir gerçeklik), vurmuş kendisini dinleyen ya da “yeterince” dinlemediğini düşündüğü hekimi. Yani içinden ne geçiyorsa o an, orada uygulayıvermiş.

Tuhaf olan hangisiydi hakikaten? İçimizden her geçeni yapmamak mı yoksa şu arzular çağında, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” çağında içimizden her geçeni, o an, orada yapmak mı? Her yerden piyasa özgürlüğüne çağrıldığımız bir çağda bir hastanın, hem de bir psikiyatri hastasının istediğini yapma özgürlüğünü yerine getirmesi çok mu tuhaf?

İyi de insanlık dediğimiz, biraz da içinden geçenleri bastırarak insanlık olmadı mı? Psikiyatrinin tam da merkezinde duran şey bastırmak ya da bastırmamak değil mi?  Ama işte “bastırma” bir an askıda kaldı ve artık hızlıca kanıksadığımız bir ölüm daha gerçekleşti.

Psikiyatrinin açık noktalarından bir tanesidir işte burası: Dinlemek, bir başka insanın iç dünyasını dinlemek tam da dış gerçekliğin içinde olur biter. Ve kolayca göz ardı edilir bu dış gerçeklik. Sınıflara bölünmüş olmak, artı-değerin paylaşılması sorunu ve tüm bunların üzerinde devinen koca toplumsallık. Yani dış gerçeklik. Dinlemenin içinde nerededir ki? Her yerde? Hiçbir yerde?

Küçük parçalara ayrılmış bir dış gerçekliğin içinde yaşananların bütünle ilişkisini kurmak çok da kolay değildir. Hatta o yaşanan tuhaf olayın tam da bütünlüğün kendisini belli ettiği yer olduğunu gözden kaçırmak çok kolaydır. Hele de bütünü suçlamaktansa parçayı suçlamanın bu kadar kolaylaştığı bir kesitte.

Ölümle, özellikle de zorlayıcı ölümlerle başa çıkmanın en kolay yolu öleni suçlamaktır. Yani ölümünden dolayı öleni sorumlu tutmaktır. “Eh, o da kendisini korusaydı yani!” demek gibi mesela. “O koruyamıyorsa güvenlik korusaydı, X-ray cihazı korusaydı” gibi, gibi.

Her şeyin ölmekte olduğu bir ülkede, bir dönemde “böyle” ölmek daha da öfke uyandırıyor. Ama bu öfke düzene değil de daha kolay olan bir hedefe, ölüme yönlendiriliyor. Hatta suç, mağdurun suçuna dönüveriyor. Dile getirilse de dile getirilmese de.

Bu ölümlerin karşısında ortaya çıkan mesleki öfke de bunu yansıtıyor. Özellikle geniş bir hekim toplamı içinde yeni bir meslek ideolojisi kök salıyor artık: Kendisine görev çıkarmayan, devleti sürekli göreve çağıran bir ideoloji bu. Acil servislere daha çok emniyet gücü istihdam edilmesini isteyen, güvenlik tedbirlerinin arttırılmasını isteyen, hastane girişlerine X-ray cihazları konulmasını isteyen, her poliklinik odasına bir güvenlik görevlisi isteyen öneriler yükseliyor.

Parçaya bakarsak, gözümüzü oraya dikersek haksız da sayılmaz bu istekler. Kameralar, X-ray cihazları, farklı düzeylerde yetkileri olan güvenlik elemanları artık her yerde var. Her yerde! Hastanede, muayene odasında neden olmasın ki?

Bütün ise zaten fazla karışık, fazla cüsseli görünüyor. Ama bütünlük olmayınca her hakkı kendinde gören bir öfkenin karşısına yine işlenmemiş ve her hakkı kendinde gören bir meslek ideolojisi çıkıyor. Yavaş yavaş.

Hâlbuki bütün değişmeli. Öfkenin işlenebilmesi, kaybolan değerlerin yerini yeni ve güncel değerlerin alabilmesi için parçanın temsil ettiği bütün değişmeli. Bütünün değişmesi yerine önerilen her talep ise öfkeyi geldiği yere geri gönderiyor. Yasalara, yönetmeliklere, işleyişe.

Mücadele isteği, değişebileceğine dair umut, bilgi ve inanç olmayınca geriye kendine yönelen kurutucu bir öfke, mesleği kifayetsizce savunan bir ideoloji kalıyor. Bu nedenle yapılan birçok çağrı da yeteri kadar karşılık bulmuyor.

Yanlış anlaşılmasın. Hukuksal düzenlemeler ya da benzeri idari tedbirler tabii ki işe yarar. Ama meselenin esasını kaçırmamız pahasına. Ve işin doğru yanı şu ki düzen, ancak kendisini değiştirmeyi iddia eden bir ufuk, bir mücadele karşısında lütfeder.

Geriye ise işte, pisi pisine kalır bizlere. Her küçük parçada. Her kayıpta. Her muayene odasında.