Iskalamak ya da ıskalamamak...

Yarın okullar açılıyor. Yarı yıl tatili bitiyor. Neredeyse 15 milyon çocuk (ve genç), bir milyona yakın eğitim çalışanı ve ebeveynleri de katarsak ülkenin neredeyse yarısı için koşuşturmaca yeniden başlıyor. Söz konusu koşuşturmaca olunca tatilin bittiğine sevinecek çok az insan vardır diye düşünüyor insan.

Ama bir söz vardır. Aklımda hep döner durur (gerçi hangi kitapta okuduğumu hatırlayamadığım için sonradan çok aramışımdır ama kaynağını* bulamamışımdır), bir öyküde denk geldiğim bir söz: “Tatiller beni yorar!” diye. Sanırım böyle diyordu öykünün kahramanı. Hatta öykü de sanırım bu cümleyle başlıyordu. Çok uymuştu bana. 

Açıkçası, bu sözden beri yıllardır çalışarak dinleniyorum. Tatilleri severim ama temel olarak tatilin bittiğine sevinenlerdenim.

*

Türkiye değişti. Demografisiyle, ekonomisiyle, toplumsal alışkanlıklarıyla. Tatil dediysek, tatiller de değişti: geleneksel tatil biçimlerinin yanına ailece çıkılan tatil turizmi de eklendi; hatta geleneksel tatilleri bir miktar geride de bıraktı bu turizm. Geleneksel dediğim memlekete gitmek gibi bir tatil işte: “büyüklere” karne göstermek, kuzenlerle bir araya gelmek, köyü/kasabayı görmek. Tüm bunlar bir toplam için çoktan geride kaldı ve devasa bir turizm ortaya çıktı. Tatillerde kayağa, termale, yurtdışına giden bir toplam var artık. Geniş bir toplam.

Yeni de olsa geleneksel de kalsa tatiller ebeveynler için çocuklarla “uzun” zaman geçirebilmek için bir fırsat: Yorularak, tablete ya da cep telefonuna sarılarak ve az biraz “kaliteli” zaman geçirerek. 

Kaliteli dediğim zihnen gerçekten o an orada olup keyifli, doyumlu geçirilebilen bir zaman dilimi. Emeğiyle geçinen milyonlarca ebeveyn için bu anlar gündelik hayatın içinde zaten az, tatillerde ise bir tür kaçamak gibi: denk gelirse yaşanabiliyor.

Öbür taraftan yeni tarz tatil de olsa geleneksel de kalsa tatiller ebeveynler ve çocuklar için yer yer “sıkıntılı” zamanlardır. Sıkıntıyı geleneksel olanda kuzenler, ananeler, halalar dağıtır, yeni kuşak tatillerde ise gidilen mekân ya da sanal âlem. Artık hangisi denk gelirse.

Bakmayın siz günümüz dünyasının sıkıştırmasına: tatiller, milyonlarca ebeveyn için (bilmem emekçi diye vurgulamama gerek var mı?) öncelikle mutlu olma yeri değil, zihnen ve bedenen dinlenme yeridir. Mutlu, mesut olan aile fotoğrafları sadece sanal âlemde ve Hollywood filmlerinde paylaşılanlardan ibarettir. Gerisi büyük bir ıskalamadır. 

Tatilde ya da gündelikte milyonlarca insan için, milyonlarca ebeveyn ve çocuk için aslolan ıskalama ve ıslanmadır. Az ya da çok.  

*

Iskalama sözü İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na ait. Elazığ’daki deprem bölgesini ziyaretinden sonra ailesiyle birlikte Palandöken’e gittiği için bir kesimin hedefi oldu İmamoğlu. Ve sonrasında da bir gazeteye açıklamada bulundu: “Çocuğumun çocukluğunu ıskalayamam” diye. Cümle çok tuttu. 

Görkemli, edebi bir cümle. Babalığın, ebeveynliğin altını kalınca çizen bir cümle. Ve tam da günümüzün, bu yeni tatil tarzı kuşağının aklına, yüreğine seslenen bir cümle. 

Artık, bu sözü, söyleşi sırasında hakikaten kendisi mi icat etti, yoksa metin yazarı bir danışmanı mı akıl etti bilemiyoruz ama kendisine yönelen “vicdansız” eleştirilerine “dokunulmazlığı” baştan tanınmış bir alandan, “çocuklar ve ebeveynlik” üzerinden “başarılı” bir yanıt vermiş oldu.

Başarılı derken de şunu kastediyorum: siyasette bazı “kişiler/kişilikler” oluyor; dönem dönem. Bu kişiler artık nesneliğin bir lütfü ile her musibetten kendi yolunu daha da sağlam inşa ederek çıkmayı başarıyorlar. Her olay, her durum o siyasi kişiliği daha kararlı hale getiriyor; düşünsel bütünlüğüne, siyasi fantezide kapladığı yere güç veriyor. Etkisini büyütüyor. 

“Çocuğumun çocukluğunu ıskalayamam” cümlesi de öyle oldu. Zaten “yeni siyasetin” gereklerini ve tarzını anlatan bir motto gibi karşılandı. Heyecanla tartışıldı. Sınıfsız, şekilsiz ama büyük umutlar, özellikle de demografisi değişen Türkiye’de büyük heyecan yaratabilen bir siyasetin sloganı gibi karşılandı. Siyaseti acılar çekerek yapan, çocuklarına bile vakit ayırmakta zorluk çeken ama onlara da yetişebilen, kentli, akıllı, incelikli bir siyaset! Tarif az çok böyle. 

Ne diyelim? Şimdilerde çoktan unutuldu ama buralara Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi’nden gelindiğini hatırlatabilirim. O zamanlar bu “yeni siyaset” boşta kalmıştı, ama şimdi sanki karşılığını buluyor gibi.

*

Iskalanmayan çocuk var mıdır? Kendi adıma sanmıyorum. İşin kolayına koşmak için söylemiyorum bunu. Ebeveynliğin fazla yüceltildiği bir döneme geldi benim kendi ebeveynliğim. Onun sıkıştırmasını elbette yakından biliyorum. Ama yukarıda da değindim: çocuk-ebeveyn ilişkisinin olmazsa olmazı ıskalamak ve ıskalanmak. Azı olur, çoğu olur ama o ilişkinin içinde mutlaka bir şeyler eksik kalır. İnsan, eksik kalanlarla tamdır.   

Zaten günümüzün bir dayatması bu: “ideal, hiçbir şeyi kaçırmayan, dört dörtlük” ebeveynlik. Ne yorucu! İnsanlar daha çok yalnız kaldıkça aile, ebeveynlik daha çok kutsanıyor. 

Ama boşuna değil. Öyle durup dururken değil bu kutsama. Bunun bir ekonomisi var. Ailenin bir ekonomisi var. Tatil de bu ekonominin bir parçası.

Ve ayrıca bu kutsanma, “ıskalamama telaşı” ideolojik olarak da çok işe yarıyor. Sınıfları ıskalatıyor, piyasayı ıskalatıyor, düzeni ıskalatıyor. Daha ne olsun? Dünyaya ve ıskalanmamayı bekleyen çocuklara karşı kahraman ebeveyn! Onları kurtarsa iş bitecek! Denklem kabaca böyle. 

Ama imkânsız. Yani bu haliyle. Günümüzde. Bu düzende. 

Aksini düşünenlere kolay gelsin. 

 

* Bu sözü, Murat Uyurkulak’ın öykü kitabı olan Bazuka’da okuduğumu düşünmüşümdür hep. Ama bir türlü de bulamamışımdır.