Yarışma Güzeldir

Bu yaz günlerimizi televizyon ekranı önünde, düzenlenen yarışmaları izlemekle geçireceğiz. 7 Haziran'dan bu yana "Avrupa Futbol Şampiyonası" üzerinde yoğunlaştık, Ağustos'tan sonra sıra olimpiyata gelecek. Başlıkta da belirttim, yarışma güzeldir. İnsanın zamanını elinden alır. Hele ulusal takımda bu turnuvada yer alırsa, ilgi daha da artar ve yaygınlaşır. Tuttuğunuz takım kazanırsa, çoşku, heyecan ve sevinç gözleri karartır. Gösterinin gizli yüzünü göremezsiniz. Amatör yarışma ruhunu silip süpüren piyasanın yeni gösteri yaklaşımını fark edemezsiniz. Bırakın fark etmeyi belki de beğenirsiniz.

Ben spor yarışmalarına ilgi duymaya amatörlüğün yaygın olduğu 1940'lı yıllarda başladım. O günlerde takımlar semtleri ya da belli büyük kurumları temsil ederlerdi. Örneğin TCDD'nın değişik işletmelerine bağlı Demir Spor vb. gibi. Bunların bir kısmı hâlâ yaşıyor. Örneğin İstanbul futbolunun köklü kulüplerinin hepsi kentin bir semtinin desteğiyle oluşmuştur. Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş, Vefa, Beykoz, Süleymaniye, Kasımpaşa, Beyoğlu Spor, Taksim vb. bu semt takımlarının önde gelenleridir. İzmir'de Göztepe, Karşıyaka ve Altay da bir başka örnektir. Ülke çapında yaygın bir ulusal lig kuruluncaya kadar, amatör semt takımları gözdeydi. Her kentin kendi ligi vardı. Futbolcular, voleybolcular, basketbolcular, sporcular branşlarında başarıyı elde etmenin piyasa değeri olduğunu düşünmezlerdi. Semt, renk, vb. gibi değişik itilerle yarışırlardı.

İkinci dünya Savaşı'ndan sonra İngiltere'nin "Sunderland" takımı İstanbul'a gelmişti. Oyunları beklenileni vermeyince o günlerin ünlü spor yorumcusu Eşref Şefik, gazeteye "Bu İngilizler profesyoneldir. Gol başına prim verin" diye önerince şaşırmıştık.

Şimdilerde artık Eşref Şefik'in ne dediğini çok iyi kavramış bulunuyoruz. Son futbol turnuvası bunu daha bir açığa çıkardı. Piyasa kâr etmenin yollarını her fırsatta gözler önüne sermektedir. Ulusal takım formalarından, bayraklarına kadar metalaşmıştır. Sponsorluk kavramı almış yürümüştür. Galatasaray "Cafe Crown'dur, Fenerbahçe Ülker'dir, Beşiktaş Cola Turka"dır. Ulusal futbol takımının turkuaz renkli formalarını eleştiriyoruz. Oysa, o forma, Uzakdoğu'da sweet shoplarda işçileri acımasızca sömüren bir uluslararası tekel'in sponsorluk hakkından doğmuştur. Futbolu bir "süper show"a dönüştüren kapitalizm, bu gösterinin sürdürülebilir olması için her türlü kararı adeta emirleştirmektedir. Günümüzde uluslararası bir kurum olan FİFA ve UEFA'nın kuralları ve de kararları Birleşmiş Milletler'in kararlarından daha etkindir. Kıbrıs'ta Birleşmiş Milletlerin defalarca aldığı kararlara itibar etmeyen Türkiye, FİFA Başkanı Blatter'in önünde boyun eğmiş, dört maçlık cezayı kuzu kuzu çekmiştir. Bunun üzerinde duralım, soluklananlım ve düşünelim. Her makama kendine yakın kişileri atamada pervasız AKP, Futbol Federasyonu Başkanı Haluk Ulusoy'u yerinden alabilmek için FİFA'ya adeta yüz suyu dökmüş, kırk takla atmıştır.

FIFA'nın, UEFA'nın bu gücü nereden geliyor. Düşünün. Haziran ayını kaplayan bu büyük gösteriyi izlerseniz yanıtı hemen verirsiniz. Gelin bir ipucu vereyim. Maçların oynandığı stattaki yerlerin %40'ı maç yapacak iki takımın taraftarlarına %20'şer dağıtılıyor. Geriye kalan yerler ise (%60) ev sahibi ülke seyircilerine ve de sponsorlara ait. Yanıtı hemen buldunuz değil mi? Maçların ilk altı gününü Yunan televizyonundan izledim. Oralarda değildim. Ama İstanköy adasının üç mil yakınındaydım. Reklamlara baktığım zaman Türk kanallarını işgal eden uluslararası tekellerin Yunan versiyonunu izledim. Türk Bayrakları ile bezenmiş Coca Cola reklamı bu kez Yunan bayrakları ile süslenmişti ve daha ne örnekler.

2008 turnuvasının ilk aşamasını, gösterinin hakkını vererek geçen takımların başında geliyoruz. Kolay değil iki maçta son on dakikaya sığdırılmış dört gol atmak. Platini bu yüzden ulusal takımı alkışlıyor. Heyecan ve gösteri dozu yüksek maçlar. Sponsorlar bundan başka neyi ister ki.

Küresel piyasa imparatorluğunun politikacıları da durumları vazife çıkartma yarışında. Merkel Almanya'yı yakından izliyor. Bizimkiler de. Şimdiye kadar oynanan maçlardaki futbol kalitesi beni ilgilendirmiyor. Ulusal takımımızı heyecanla izliyorum. Fakat oyunun gerçek aktörlerini aklımın bir kıyısında tutarak, 1990'dan önce olimpiyatları, branşlara özgü Dünya ve Avrupa şampiyonalarını izlerken sosyalist ülkelerin takımlarını gıpta ile seyrederdim. O günlerde ABD ve yandaşları tek yönlü suçlamalarla hep şunu tekrarlardı: Bu sporcular gizli profesyonel, doping yapıyorlar. Yenilerde öğreniyoruz ki bir çok ABD'lı atletler doping ilaçlarını pervasızca kullanmış. Zevkle seyrettiğimiz ABD'li kadın atlet uçan Flo, doping yüzünden genç yaşta öldü.

Piyasa imparatorluğu, sporu ve ona ayrılan zamanı metalaştırmayı başardığı gibi ölümcül bir yarışa da dönüştürmek üzere. Seyirciye düşen ise, M.F.Ö'nın eski bir şarkısındaki gibi "En iyi reklamı sen yaptın, en fazla seyirciyi sen çektin, en çok golü sen attırdın, en iyi formayı sen diktin, en kıvrak topu sen buldun, sen neymişsin be abi" demek kalıyor. Bob Fos'un ölüm döşediğinde vurguladığı gibi: "Show Must Go On" gösteri sürmeli, ulusal takımı alkışlayalım, fakat arka planı da görelim. Küresel piyasanın sadık savunucusu Asaf Savaş Akad futbol başarılarımız ile ekonomik kriz arasında yakın bir bağlantı kurarak yazısını şöyle bitiriyor:
"...Kendi hesabıma, milli takım Avrupa Şampiyonu olsun ben sonuçları neyse razıyım".

Gel de düşünme. Arda'nın başarılı oyununu, fiyatı 15 milyon avro'yu bulur diye değerlendiriyoruz. Oyunculara verilen primleri eleştirirken piyasa gerçeğini görmezden geliyoruz. Geçen yüz yılın ilk yarısında "Hava ve Su" bolluğundan ötürü serbest mal olarak nitelenirdi. Şimdi ise su piyasanın gözdesi. Hava'da öyle ama fark edilmiyor. Bilelim ki bize aitmiş gibi gelen zaman bile piyasanın değerlendirmesine tabi. Evet, yarışma güzeldir ama piyasanın esiri olmazsa. Ulusal takım yarı finalde. Yığınlar sokaklarda, alanlarda. Piyasa elini oğuşturuyor. Eski günlerin sokak bilgesi Hasan Bey ne güzel söylemiş: Pazar Ola...