Bakış açısı TEVFİK ÇAVDAR

Bakış açısı, birçok olayın açıklanması ve yorumlanmasında gözden kaçırılırsa yanılsama kaçınılmazdır. Harcı alem bir örnekle açıklayalım TUİK'in her ayın üçünde açıkladığı enflasyon verileri daima aynı tepkiyi doğurur. "Halkın enflasyonu farklı!". Gazete ve televizyon kanalları, Pazar yerlerinde yaptıkları röportajlarla bunu kanıtlamaya çalışırlar. Ne yazık ki bakış açılarındaki sınıfsal konumdan doğan farklılıklar enflasyon verilerine yapıldığı gibi her konuda sergilenmez. Hatta gösterilmesi engellenir. Yirmi birinci yüzyıla ulaştığımızda küreselleşen kapitalizmin bakış açısı daha bir başat konuma ulaşmıştır. Radyo ve televizyonları bir kenara bırakalım, herhangi bir gazetenin bir günlük sayısına bakalım. Kabaca yapılacak bir hesaplamayla, o sayıda yer alan, reklamların, ilanların gazetenin tüm sayfalarının toplam yüz ölçümünün %50'sini çok aştığını söyleyebiliriz. Bunların yanı sıra sayfa ya da eklerde verilen özel haberlerde aynı eğilime sahiptir. Örneğin ekonomi, otomotiv, turizm, banka, sigorta ve daha nice konularda yazılan yazılardan yığınların değil pek az ilgilinin dikkatini çeker bir anlamda mutlu azınlığı ilgilendirir. Tabii bu arada tüketim tutsaklığını, gösteriş tutkusunu pompalamaları da unutulmamalıdır.

Günümüz Türkiye'sinin sisli havasının gizlediği ve ciddi olarak tartışmadığı ağırlıklı konu ekonomik krizdir. Haberleri işgal eden, "şifrelerle" dolu, yapay korkular yaratan olaylar bu "kriz"i gizlememeli. Bireysel bir tespitimi önceden söyleyeyim. Ekonomik kriz konusunda yetkililerin ve bir bölüm uzman ve akademisyenin kafası karışık, olayı net olarak belirleyecek bakış açısına sahip değiller. Deniz Gökçe Türkiye'yi bir yana bırakmış ABD ekonomisi resesyon'a girmez savına sarılmış Asaf Savaş ve diğerleri sayısal ölçütlere dayanarak bir değerlendirme uğraşındalar. Hükümetteki ekonomiden sorumlu bakanlarda tutarlı bir söylemi sürdüremiyorlar. Mehmet Şimşek konuya biraz yaklaşırken, Başbakan'ın telefonuyla anlatımını kesiveriyor. Pazarlamacı Unakıtan ise " Kriz, Miriz yok" fetvasını verirken, "Benim paralarımın tozu bile Eskişehir'i ihyâ eder" vecizesini yumurtluyor. Derken, Merkez Bankası gecelik faizi yarım puan yükseltiyor. Buna neden gerek görüldü? Herkesin adeta ezberine aldığı düşük kur, yüksek faiz sarmalının tek çözüm olarak algılanmasını pekiştiren bu karar nasıl yorumlanmalı?

Altını çizdiğimiz kavrama yeniden dönelim. Kemal Derviş'in IMF'nin arkalaması ile ülke ekonomisine getirdiği politika yeniden tek yöntem olarak kabul ediliyor. Hızla yükselen cari açık (50 milyon dolar telaffuz ediliyor), özel sektörün yurtdışı borçlanmasının bir yılda % 40'ları aşan bir oranda büyümesi, uçar-gezer fonların Türkiye'den çekilmeye başlaması bu yönteme dönüşün gerekçesi olabilir. Ne var ki bu işlemler ekonominin sadece sermaye sahiplerini ilgilendirir. Onların mutluluğunu (Kârların artması), ya da onların krizini (Kârların azalması) yaratır. Peki geride kalan milyonlar....... Emekçiler, küçük üreticiler, işsizler, ırgatlar...... onların bir lokma ekmek, bir hırka, bir kulübecik niyâz eden, ellerini hangi ekonomik politika görecek?....Sorun burada. Bir önce değindiğimiz yığınların (Her zaman toplam nüfusun en yoğun bölümü) krizi yüz yıldır bitmedi.

Meşrutiyet ve de Cumhuriyetin hiçbir dönemi yoksunu ve yoksulu güldürmedi. Onları güldürecek bir siyasal yaklaşımı da, sosyalizmi de yasakladı. Emekçiyi, yoksulu düşünenleri hapsetti ve de açıkçası kahretti.

Türkiye emekçisini kullanacağı, ekonomik gelişimini bir toplumsal kalkınmaya dönüştüreceği tek yolun sanayileşmeden geçtiğini neredeyse iki yüz yıldır farkındadır. Tanzimat'tan sonra o günlerin deyimiyle fabrikalaşmak yolunda bazı girişimler de vardır. Ne var ki emperyalizmin pek sevdiği borç tuzağı İmparatorluğu hemen tutsak etmiştir. Önce 1908 Meşrutiyet döneminde sanayi teşvik kararnamesi çıkmış, ama

Savaş bir adım bile attırmamış 1927'de aynı kararname geliştirilmiş, yasalaşmış ama dış ürünlere karşı himayenin eksikliği ilk engeli oluşturmuş sonra da 1929 Dünya Ekonomi Krizi darbeyi indirmiştir. 1930'lu yılların tek övüncü Sovyet Planlama Uzmanlarının desteği ile hazırlanan I. Sanayi Programıdır. 1962'den sonra gündeme gelen planlı kalkınma stratejileri hem kamu, hem de özel kesimde "İthal İkâmesi" ilkesi dahilinde bir sanayileşmeyi gerçekleştirmiştir. 1970'li yıllar da Sovyet yardımları da bu doğrultuda önemli katkılar sağlamıştır. Ne var ki 1980 24 Ocak kararları ile Türkiye tam anlamıyla kulvar değiştirmiştir. Yeni liberalizmin bizi getirdiği nokta ise bugünkü kaos'tur.

Eski planlamacı dostlarımızdan Güngör Uras uzun süredir, üretemeyen Türkiye'nin kimseye aş ve iş veremeyeceğini adeta feryat ederek yazıyor. Haklıdır. Verdiği sayısal bilgilere göre Gayri Safî Yurt İçi Milli Hâsıla (GSYİMH) içerisinde sanayinin payı % 21.9 iken 2007' de % 16.5'a düşmüş. İşte yıllardır davul-zurna ile kutlanan mucizevi ekonomik büyüme söylemlerinin arka yüzü budur. Sanayi diye tek övüncümüz artık taşeronluğumuzdur.

2008 kavşaktır. Bağımsız Sosyal Bilimciler bunu şöyle vurguluyorlar: "2008 kavşağı, dünya ekonomisi bakımından, sadece bir çevrimin bitiş noktası değil, neo liberalizm yaftası altında otuz yıla yakın bir süre boyunca pazarlanan reçetelerin iflas ettiğine ilişkin bir kabulün yaygınlaştığı bir dönemeç olarak da önem taşıyor. İlginçtir ki, sözü geçen çevrimin Doğu Asya kriziyle patlak veren başlangıcı, neo liberalizmin cilalarının hızla dökülmeye başlamasına ve küreselleşme karşıtı hareketlerin dünya çapında patlak vermesine yol açmıştır... Bugünkü çalkantı ve çöküntüler, sistematik muhalefet dalgalarının kapitalizmin özünü hedef alan biçimde evrilmesinin ön koşullarını taşıyor", (BSB, 2008 kavşağında Türkiye, Yordam K. 2008)

Yeni bir muhalefetin doğması için koşullar uygundur. Yeni bakış açısı budur. Ya da olmalıdır!...