Sanatçılar Meclisi

İranlıların, Türklere öyle pek muhabbet beslemedikleri yolunda bir inanış vardır. Özellikle kültürel alanda, Türk kültürünü bir hayli küçümsediklerinden söz edildiğini hatırlarım. İran kültürünün büyüklüğü, Fars dilinin olanaklarının genişliği, eskiliği, bu iddialarında İranlıları pek de haksız çıkarmaz, bana sorarsanız.

Eski zaman şairlerinin, bir gün İstanbul’un da İsfahan gibi bir kültür merkezi olacağı yönündeki temennileri bile, Fars kültürünün üstünlüğünün Türklerce de kabulü sayılır. Ömer Hayyam, Firdevsi gibi nicelerine bakınca, şiirdeki seviyeleri gıpta edilmeyecek gibi değil doğrusu.

Olanakları geniş dilin kullanım rahatlığını söylemeye gerek yok tabii ki. Meramını düzgünce anlatacak cümleler kurmak, kökleşmiş dillerde daha kolay. Dilini iyi kullanmaya önem veren kimi tanıdıklarımın, ne kadar kelime bilirlerse kendilerini o kadar iyi ifade edeceklerine inandıklarından ötürü ellerinden sözlük düşürmediklerini bilirim. Kaldı ki kendi dilini iyi kullanıyor olmanın bile yeterli olmadığı bir dünyada yaşıyoruz artık.

Günümüzde bir yabancı dil bilmek gibisi var mı? İnsan, yeri geliyor, “one minute”dan daha fazlasını söyleme ihtiyacını da duyuyor zaman zaman.

Meclis’te yaşanan şu yumruklu, tekmeli kavgayı görünce aklıma geldi bunlar. Tabii ki, dillerini kullanabilselerdi, kavgaya gerek duymazlardı diyecek değilim. O kadar basit değil çünkü tanık olduğumuz manzaraya yol açan neden. Öfke, dille önlenebilir bir şey değildir, biliriz. Olgunluk, sakinlik, kendine güven yoksa, dilini iyi kullanmışsın neye yarar? Bunların hepsi bir bütün çünkü. Dilini, gerektiğinde diyorlar, çok çok iyi kullanan Bülent Arınç’ın, hiç de sakin adam olmadığını bilmeyen yok, malum. Neydi o kızdığında “şeyini şey ettiğimin şeyi” demesi? “Şey” de ne güzel kelimedir bu arada. Bir dolgu malzemesi aslında. Nereye koyarsanız koyun, gidiyor. “Şey”e siz istediğiniz anlamı yüklersiniz o anki ruh halinize göre. “Ne kadar şeysin” cümlesiyle karşılaştığınızda ne anlarsınız, örneğin? Kendinizden, tavırlarınızdan, düşüncelerinizden en ufak bir kuşkunuz varsa, “şey” kelimesinin sizde çağrıştırdığı da o kuşkuyla ilgilidir doğal olarak.

AKP’li Dengir Mir Mehmet Fırat’ın, CHP eski Grupbaşkanvekili Haluk Koç için sarfettiği “farklı bir cinsel tercihdeymişcesine tavırlı” diye başlayan cümlesi, Türk parlamento tarihinin en aşşağılık ifadelerinden biridir. Fırat’ın, hiç bir zeka gerektirmeyen bu hakareti sanki sadece çok akıllılar anlayacakmış düşüncesiyle sözümona “kapalı” olarak ifade ettiğini sanmasına bile gülememiştim ben öfkeden. “Açık açık söyleseydin bari de, bir teşbih özürlüsü duruma düşmeseydin be adam” demiştim, iyi hatırlıyorum. Sözcük olarak Dengir’in, Densiz sözcüğüne bu kadar yakın oluşu da ne gariptir.

Meclis’teki kavga, övgüde endazeyi, hem de fazlasıyla, kaçıran ucuz bir kasaba politikacısının, “başbakanımız ikinci peygamber” cümleleri nedeniyle başlamış. MHP’nin en “kabadayı” milletvekillerinden Osman Durmuş’un, bu övgüyü diline dolayıp, Başbakan’ın eşinin Gülhane Askeri Tıp Akademesi’ne alınmayışını alaycı bir dille ifade etmesi kıvılcımın nedeni.

İzledim kavgayı.

Sakinliğiyle bilinen Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın yaka bağır açık kavgaya dalışı ne manzaraydı ama. Hani, yaralansaydı falan, tam gün yasası yüzünden kendisine pek kızan doktorların eline düşecekti kaldırıldığı hastanede. Allah koruyor işte.

Türkiye’de soyadına bu kadar ters ikinci bir adam olmadığını düşündüğüm Osman Durmuş’un, sağlık bakanlığı yaptığı sırada nasıl “duramadığını” bilen biri olarak, soyadını yalanlama gayretini de çok ilginç buldum, ne yalan söyleyeyim.

Şimdi, bu kadar lafı neden ettim peki ben?

İranlılara taktım da ondan. Türkler hakkında iyi şeyler düşünmediğini bildiğimiz İranlılar, kırk yılda bir bize ilişkin doğru bir laf etmişken, tabii ki takarım.

“Arapça bir dildir, Farsça yemeğin sonunda yenen tatlıdır, Türkçeyse sanattır” denir bir İran atasözünde.

Meclis’teki kavgayı sanat diye yutturursak, inandırırız İranlıları. Mesele yok yani.

Ya inandıramazsak?

Nasıl takmam ben şimdi?