Piç

Soy, sop, nesep ilişkilerinde kullanıldığında hedefleneni değil, kullananı küçülten bir hakaret sözcüğü olduğunu biliyorum bunun. Kendisinin asla sorumlu olmadığı bir durumdan, yani babasının belli olmayışı halinden, kişiye hakaret gerekçesi çıkarmanın çok ayıp olduğunu da. Sadece bu açıdan değil, kaba bir ifade tarzı olduğundan, yazı dilinde kullanılmasının riskli bulunduğunun da farkındayım.

Kabul ediyorum çirkindir, edep yoksunluğudur. İnsanın bulunduğu yerden çok, hakaret edenin, hedeflediği kişide görülmesi gerektiğine inandığı yeri işaret eder. “Kimden peydahlandığı belli değil, bunu görün” cümlesini teke indiren bir sözcüktür aynı zamanda.

Yani, bunca yıllık yazı serüvenimde, (çok matah bir serüven de değildir, önemsediğimi düşünmeyin, mecbur kalmasam yazmazdım), lütfen inanın, ilk kez kullandığım bu sözcüğün ne anlama geldiğini bildiğimi bilin diye bu girişi yapıyorum. Özür olarak da kabul edebilirsiniz.

Ne var ki hata bende değil, ilham ettiren de. Ama, ilham ettirenin, benim gözümde bu sözcükle tanımlanması, soy, sop, nesep bağlamından uzaktır. Çünkü bu sözcüğün, kabul yine de çirkindir ama, sosyal anlamda da ifade ettiği kimi şeyler var. “Ne idüğü belirsiz olmak”, “tanımlanamaz, karmakarışık, ucube bir fikre sahip bulunmak” da bu kelimeyle ifade edilir. Bana öyle yapıldı örneğin. Kimliğini taşıdığım, nüfusuna kayıtlı olduğum bir babam olduğu bilindiği halde “Moskof piçi” ya da “komünist piç” diye epey saldırmışlardır. Anlatmak istedikleri “milli bünyeye” uymayan bir görüşün sahibi olduğumdu. “Bunun babası belli değil” anlamında söylemiyorlardı, eminim. Tabii kızar,üzülürdüm ama sosyal kategorilendirmede bana uygun görülen sıfat buydu. Vurgusu sağlam sözcüktür, ne yalan söyleyeyim.

Benim sözünü edeceğim piçin, her anne baba gibi saygıdeğer olan anne babasına lafım yok yani. Şu, sözünü ettiğim sosyal kategorilendirme çerçevesinde kullanıyorum bu sözcüğü ben. Çünkü, gerçeğe bağlılık duygusunu yitirmiş, güdülenmiş bir tavrın sahibi olan biri için başka bir sıfat kullanmak gelmedi aklıma. İşgal ettiği Irak’a, utanmadan ziyarete giden Bush’a ayakkabı fırlatan kahraman Muntazır el Zeydi’ye, Paris’te düzenlediği bir basın toplantısında ayakkabı fırlatan zattan söz ediyorum. Medyada genişçe yer verildi soysuz “eylemine” ama, herhalde duyulsun diye bu kadar aşağılık olmayı göze aldığı adından söz eden yok. İsabet olmuş. Kendisinden, “sürgündeki Iraklı bir gazeteci” olarak söz ediliyor sadece. Piç dediğim işte bu zat.

Hemen belirteyim, “al bu da sana” diyerek ayakkabı fırlattığı El Zeydi’nin “Saddam yanlısı” olduğuna inanması “piç”liğine uymayacak bir saflıktır. Piçlik aynı zamanda, akıllılık ya da daha doğrusu uyanıklık gerektirir benim bildiğim. Çünkü ben saf piç görmedim bu yaşıma kadar. Bu ilk oluyor. Zeydi’nin yakınlarının çoğu Saddam diktatörlüğünün acılarını yaşadılar. Onların, Saddam’ın işkencehanelerinde canları yanarken, “sürgündeki Iraklı gazeteci” Paris’teymiş oysa. Kaldı ki, Irak’a götürülen Bush demokrasisi sayesinde “sürgünlüğü”nün de çoktan bitmiş olması gerekiyordu. Demek ki, Piç’lik kendinden geçme haliymiş de aynı zamanda.

Öyle bir kendinden geçme hali ki, Bush demokrasisinin bir buçuk milyona yakın insanın hayatına mal olduğunu, 2 milyon insanı mülteci durumuna düşürdüğünü, Saddam’ın kurbanlarının arasına, Bush’un kurbanlarının da eklendiğini göremiyor. Piçliğin körlük de yarattığını bilmezdim ben. Yaratıyormuş.

Kahraman El Zeydi, onlarca korumasının bulunduğu ortamda Bush’a ayakkabı fırlatma cesaretini işgali onuruna yediremeyişinden alıyordu. Ona ayakkabı fırlatan zat ise, tabii ki piçliğinden. El Zeydi’yi, Iraklı korumaları, Bush’un gözü önünde adeta linç edip kemiklerini kırmışlardı malum. Çok az kişinin gerçekleştirebileceği bir cesaret eylemiydi yaptığı. Ortak bir nefreti yanısıttığı, eyleminin tüm dünyada sempati uyandırmasından belliydi. Ona ayakkabı fırlatarak Zeydi’nin çok ama çok kötü bir karikatürü olduğu belli olan piç de, ortak nefret paydası olarak Bush’un yanında yer aldı. El Zeydi’nin Bush’a fırlattığı ayakkabı, tüm barışseverlerin tükürüğü olabilmişken, piçin Zeydi’ye fırlattığı ayakkabı, yeniden kendisine yönelen bir bumeranga dönüştü. Kamu vicdanından haberdar olmamak da piçliğin özelliklerinden biridir çünkü.

Sürgünde acı çekmenin ne olduğunu bilenlerdenim. O “sürgündeki gazeteci”, Saddam’ın işkencelerinden geçmiş bir aileye mensup Zeydi’yle ortak bir “mağduriyet”e sahip oysa. Bu ortaklığın onurundan o da payını alabilirdi. Ama piçlik onur gibi duygularla yan yana gelemiyor.

Tüm dünya, Saddam muhaleifi olan El Zeydi için, işgal döneminde de değişen bir şey olmadığını öğrenmişti. Saddam’a muhalefetini, ülkesinin işgalcisine yöneltmiş bir yurtseverdi o. Hangi doğrultuda yol alacağına, elbette çokca acı da yaşayarak karar vermiş bir direnişçiydi. Yani ne olduğunu ne yaptığını biliyordu.

Zeydi’ye ayakkabı fırlatan o“sürgündeki gazeteci” ise bu soysuz eylemine kadar kimsenin adını, sanını, varlığını bilmediği bir adamdı. Yani bir “hiç”ti.

Başarı sayılırsa eğer becerebildiği tek şey işte budur. Yani bir “hiç”ken, bir “piç”e dönüşmek.

Ona piç diyen benim. Sorsanız “değilim” diyecek.

Der.

Bush’u babası sanıyor çünkü.