İzmir’den Esen İmbat Değil...

İzmir’de bir grup protestocunun kente giren DTP konvoyunu taşlaması, Türkiye’de milliyetçiliğin nasıl bir değişim geçirdiği konusunda bir hayli düşündürücüdür. Sözkonusu kentin kimi bireylerinin, AKP iktidarında somut ifadesini bulan anlayışa karşıtlıklarını sadece modernliği savunarak göstermediklerini ortaya koyan örneklerden de biridir aynı zamanda. AKP karşıtlığını “Kent değerlerine dayalı” bir modernitenin yanısıra yine aynı “kent değerlerine dayalı” milliyetçilikle birlikte sürdürüyorlar. Çünkü, AKP’nin, moderniteye olan düşkünlüğünden ötürü “gavur” olarak nitelendirdiği İzmir’de o protestocular, hem türbana, hem de, kentlerinin onca kozmopolit yapısını düşünmeden üstelik, bir etnik kesime karşıtlığı aynı anda savunarak “kent değerli bir milliyetçilik” yapmış oluyorlar. İlginç ama şaşırtıcı değildir.

Bu olgu sadece İzmir’e özgüdür de denemez, başka kentler için de benzeri bir durum söz konusu olabilir. Ancak, milliyetçiliğin eski biçiminden çok daha farklı bir türüyle karşı karşıyayız. Yakın zamanlara kadar, “politik” olarak adlandırılacak bir milliyetçilik sözkonusuydu. Örgütsel anlamda MHP ile özdeşleşmiş bir “ideolojik” çizgiydi bu. Ancak şimdi, -her şey özünde politiktir belirlemesini bir an unutarak ekleyeyim-, sözünü ettiğim anlamda politik olmayan, gittikçe “toplumsallaşan” ya da yaygınlaşan “bireysel” bir milliyetçilik mevcut artık. Aynı zamanda karşıtlıklar üzerine kurulu bir milliyetçiliktir bu. Politik olmayışı da herhangi bir programa, projeye sahip bulunmayışından ötürüdür. Bir “itiraz” olarak vardır sadece.

İzmir’deki “milliyetçilik” budur. Kürt sorunu konusunda (eğer varsa) ne tür bir planı, projesi olduğunu bilemiyoruz konvoy taşlayanların. O nedenle tepki, pek de akıllıca olmadığını düşündüğüm taş fırlatmayla sınırlı oluyor haliyle.

Buna tanık olunca antik dönemlerin yeni stoacı düşünürlerinden Justus Lipsius’un, -olumsuz anlamda kullandığı ama benim olumlu anlamda savunduğum-, “yurtseverlik erdemden çok zekanın ürünüdür” biçimindeki belirlemesinin pek bir yerinde olduğuna hak verdim. Belirteyim, genelde görüşlerine katıldığım biri değildir Lipsius, ama kimi belirlemelerinde kendime yakın bulduğum vurgular görürüm. Örneğin “yurtseverlik sahte iyiler safında yer tutar’ der ki, özelikle günümüzde bunun çok doğru olduğunu düşünüyorum.

Sahte olan yurtseverlik değil elbette, ama onu genelin tavrı kabul ederek, (herkesin değil tabii) öylesine savunanların bu tür bir sahtelik içinde oldukları doğrudur. Çünkü yurtseverlik “iyi” bir kavramdır. Yaygınlığı göz önüne alındığında kamunun “ortak iyi”leri içinde sayılır. Herhangi bir birey, yurtseverliği “ortak iyi”den pay almak için savunduğunda “bilinç”e ihtiyaç duymuyor bu yüzden. Günümüzde milliyetçilik bu durumda. Savunulması için çok ciddi bilinç gerekmiyor. Bir “ötekileştirme” aracı olduğundan hayata geçebilmesi için fazla gerekçeye ihtiyacı da yok. “Etnik düşman”la “modernite karşıtı birey”in olması yetiyor.

Milliyetçilik türlerinin çatıştığı da bir gerçek. Kürt-Türk milliyetçiliklerinin çatışmasından değil, MHP milliyetçiliği ile “kent değerli milliyetçilik” arasındaki çatışmadan söz ediyorum. MHP’nin türbanı savunuyu da kapsayan milliyetçiliği, türbanı reddeden “kent milliyetçiliği” ile çatışma halindedir. MHP milliyetçiliği, “ötekileştirilmiş” türbanlıyı savunurken, “etnik ötekileştirme”den yana olmakta bir sakınca görmemektedir. “Kent değerli milliyetçilik” ise hem türbanlıyı, hem etnik olanı ötekileştirmekte. Birbirinden daha iyi değil elbette bunlar. İkisinin ortak paydasının “etnik ötekileştirme” olduğunu söylemeye herhalde gerek yok tabii ki.

Öte yandan bilinen “milliyetçilik”lerin de kapışma alanı olmak üzeredir Türkiye. DTP’li kimi yöneticiler örneğin, “başka partiler de Diyarbakır’a giremezler” diyerek, “kent milliyetçiliğinin” iki başkentinden birinin Diyarbakır olduğunu ifade etmiş oluyorlar. Ayrımcılık, ortak yaşama kültüründen uzaklaşma tehlikesi, nihayet “etnik kapışma” ihtimali hayata geçmek üzeredir. İzmir gibi “demokrat” bir kentte başlarsa taşlamalar, gerisini düşünün.

İçinde bulunduğu tüm kafa karışıklığına rağmen sosyalist sol için alınacak tutum bellidir. Her türden ötekleştirmeyi geriletecek, sömürücüyü, ırkçıyı dıştalayan, “emek eksenli”, kapsayıcı bir yurtseverliği savunmak. Başka çare yoktur.

Tüm bu gelişmelerin dış destekli, AB ya da ABD kışkırtmaları olduğunu tekrarlayıp durmanın anlamı yok artık. Her defasında yeniden tespit etmenin gereği yok bunları. Biliyoruz çünkü. Ulusalcılık’la klasik milliyetçiliğin sorunlara yaklaşım tarzlarında rahatsız edici bir toptancılık var. Her türlü tehlikeye kapı açacak bir toptancılıktır bu. Nedenlerden çok, “ortaya çıkan”la uğraşan, dolayısıyla “ortada” olanı hedefleyen kısır çözüm önerilerine sahiptir bu her iki anlayış da.

Sosyalistler bu durumda farklılıklarını koymak, saflarını kesin olarak belirlemekle yükümlüler. AKP karşıtlığında, söylemini de eylemini de yurtseverlik adı altında “millileştirmek” sosyalistin tavrı olamaz. Olmamalı. Sınıf kardeşliği gibi muhteşem bir “çimento” varken hiç olmamalı. Etnik sorunu tek başına belki çözmez ama başlangıç için iyi bir “malzeme”dir bu çimento. “Sınıf” sözcüğünü artık hiç kullanmadığımız fark ediliyor mu bu arada, merak içindeyim.

Unutmayalım, “yurtseverlik erdemden çok zekanın ürünüdür” diyor antik Yunan bilgesi. Zekanı kaybedersen yurdunu da kaybedersin demektir bu.

Zekasız da yurtsuz da yaşanmaz oysa.