Bizim Hindistan’ın Gandi’si

Vurmalı çalgılarda dünyaca ün yapmış sanatçılarımızdan zaman zaman “ünlü perküsyon sanatçımız” diye söz edildiği de olur. Rastlamışsınızdır mutlaka. İcra edilen sanat elbette muhteşemdir parmakların, izleyenin fark edemeyeceği bir hızla dokunduğu zeminden olağanüstü güzellikte sesler çıkarması hayranlık uyandırıcıdır. Mısırlı Ahmet’i izlerim örneğin ara sıra. Bu darbuka üstadının parmaklarının o alet üzerindeki dansına hayran kalmamak mümkün mü? Parmak ne işe yararmış insan seyrettikçe anlıyor. “Perküsyon” sanatçılarımızla ne kadar övünsek azdır.

Bir tıp doktoru, “perküsyon sanatçısı” tanımlamasını duyunca ne düşünür diye merak edişimi umarım anlamsız bulmazsınız. Çünkü bu perküsyon dedikleri şey, doktorun bir hastaya tanı koymak için parmaklarıyla yaptığı işlemin adıdır aslında. Birbirinden farklı iki olgunun aynı adla tanımlanması nasıl bir şeydir diye, durup dururken kafamı takarım ben böyle.

Vurmalı çalgılarda o parmakların hassaslığı, parmaklarının yardımıyla hayat kurtarması pek muhtemel bir doktorun titizliğini gerektirir denmek mi istenmiş acaba diye düşünür, yapılan sanatın bu isimle tanımlanmasını bu açıdan pek bir isabetli bulurum. Tıp terimlerinden çok sanata ilişkin tanımlamalarla daha fazla içli dışlıyız, malum. Nedir diye sorulsa, müzikten anlayan birine, işte bu tıpdışı anlamını söyler perküsyonun cevap olarak. Neye niyet, neye kısmet. Asıl anlamından farklı bir yerde kullanılır durur bu sözcük yıllardır.

Kariyer de, perküsyon kadar, bu anlamda, talihsiz bir sözcüktür. Herkes yaygın anlmanının ne olduğunu bilir az çok ama yanılıyorsam, bilenler lütfen uyarsın, Roma medeniyetindeki spor karşılaşmalarında bir yerden başka bir yere koşmak anlamına gelirdi bu kariyer sözcüğü. Günümüzdeki anlamı da, profesyonel iş yaşamının acımasızlığına vurgu yapar biçimde bir yarışı ifade ediyor, ki, bu da pek isabetlidir.

Restaurant’a ne buyrulur peki? 17. ya da 18. yüzyılda, et suyunun sağlığa iyi geldiğine inanılırdı. Kimse de “et suyu” demezdi tabii. Adı “restaurant”tı çünkü. “Hadi gidip bir restoran içelim” cümlesi bugün elbette çok tuhaf gelir duyana ama o zamanlar sık kullanılan bir cümleydi bu. O dönemlerin içilen nesnesi “restoran” bugün hangi anlamda kullanılıyor, bilinir.

Kelimelerin serüveni ilginçtir, bunu anlatmaya çalışıyorum. En ilgincinin Protokol olduğunu belirtmeye gerek var mı? Eski Yunanca’da, Proto, “önde gelen”, “ileri” anlamlarına gelir. Colos ise, “kaba etler” anlamı taşıyor. Af buyrun, bildiğiniz popo yani. Anlamından haberdar olduğumdan beri, içinde protokol kelimesinin geçtiği cümlelerde gülümserim ister istemez. “Protokol listesi” ne demektir allahaşkına? Önde gelen popolar listesi yani. Ya da “protokolu selamladı” gibi bir cümle? Olacak şey değil.

Ama olmuş. Herkes gayet memnun. Kimsenin bir yakınması da yok Protokol’dan. Zamanla gerçek anlamı unutulduğundan ciddi bir sorun da yaratıyor değil.

Ama Gandi, ciddi bir sorun yaratır bakın, söylemiş olayım. Bu, bir kavramın, bir nesnenin adı değil malum. Önemli, tarihi bir kişiliğin adı. Dolayısıyla, hem unutulmasına imkan yok, hem de başkalarına sıfat olarak takıldığında, sıfatı hak ettiği düşünülenle, asıl sahibi arasında karşılaştırmalar yapılması her zaman mümkün. Böyle bir karşılaştırma Kemal Kılıçdaroğlu için yapıldığında, siyasetin yükselen bu yeni yıldızı lehine bir sonuç çıkması pek zor olur.

Hindistan bağımsızlık mücadelesinin “silahsız peygamberi” Gandi, her şeyden önce tutarlılığı ile bilinirdi. Elbette, inancından da gelen bir inatçılığı da vardı ki, (kararlılık denir buna genellikle) İngiliz sömürgecilerine saç baş yoldurmuştur. Kemal Kılıçdaroğlu, Onur Öymen’in, tarihimizin en trajik sayfalarından biri olan Dersim olayları ile ilgili talihsiz demeci karşısında, “Öymen gereğini yapmalıdır” diyerek, adıgeçeni istifaya çağırmış, ama çok kısa bir süre sonra bu söylediğini geri almıştır. Sadece bundan ötürü bu sıfatı hak etmiyor denemez elbette. Gandi, denge oyunu da bilmezdi, öyle derler. Kılıçdaroğlu, CHP içinde Baykal’ın tüm antidemoratik kararlarına imza atanlardan biriydi.

Gandi umut yaratmıştı, Kılıçdaroğlu’na ise “umut” aşılanıyor. “Aşılanan” umut ile, gittikçe “solsuzlaştırılan” Türkiye’de alternatif olduğuna inanmamız isteniyor. Bir sosyalist olarak ben, Baykal’dan daha iyi bulurum Kılıçdaroğlu’nu. Temiz, dürüst biri olduğuna da itiraz yok elbette. Partiyi sola açmaktan AB tarzı bir solu anladığının ipuçları olduğu için, sıfat takmaya çok meraklı olanlar, Willy Brant deseler daha iyi olur Kılıçdaroğlu’na. Sevenlerinin gözünde sevimsiz olmayı göze alıp, bu sıfatlandırmaya karşı çıkışımın nedeni budur sadece.

Ama, hem fiziki benzerliğinden, hem de zenginlikte gözü olmayışından ötürü Gandi’yi andırdığı ortada. Gandi’nin Hindistan’ın en zengin ailelerinden birine mensup olduğu, hiç para sıkıntısı çekmediği, Hindistan’ın o rezil kategorilendirmesinde, üst kasta mensup bulunduğunu söylemenin bir anlamı yok elbette. Kılıçdaroğlu da, Gandi gibi fakir kabul ediliyor madem, sıfat Gandi oluverir böyle işte. Arabesk, memleketimizin en muazzam ideolojisidir, bilmez miyiz?

Gandi, koca İngiliz imparatorluğunu dize getirdi. Bizim “Gandi” genel başkan olduğunda, bakalım Baykal’ın atadığı delegelerle çevrili partisinde, tüzük oyunlarını alt edebilecek mi?

Ederse, benim de Gandi’mdir, söz.

Katlanırım.

Protokol’e o kadar dayanıyorum, buna mı dayanamayacağım.