Jakoben Kemal Paşa

Despot ya da Diktatör… Diliniz hangisine yatkın fikriniz hangisine uygunsa kullanabilirisiniz ama şu notu elinizin altında tutarak: Yalçın Küçük sözüdür, "beştaş oynamıyoruz”. Beştaş oynamıyordu. Boynunda hakkında verilmiş idam fetvası ile yalnızca emperyalist işgalcileri kovmakla kalmıyor, yaşadığı topraklarda tarihin tekerleğine vurulmuş prangaları da kırıyordu bu despot adam… Bu onun en güzel halidir.   

Şimdi sırayla gitsek diyorum:

Bir: 1 Kasım 1922’deyiz. Ankara, yeni bir savaşın eşiğinde, 28 Ekim’de çağrılmış olduğu Lozan’a gitmeğe hazırlanıyor. İsmet Paşa haki cephe giysilerinden soyunmuş, yazılanlara göre safi frak, tekerlek şapka, papyon…Mevhibe Hanım çarşaflarını atmış şapka tayyör gayet asri. Kıyafetleriyle yeni Türkiye’nin işaretlerini veriyorlar. İstanbul’da Padişah Vahdettin Hükümeti'nin başı Tevfik Paşa arsız, pişkin ve akılsız… Altın tepside iki telgraf sunuyor Ankara’ya. Biri 17 Ekim’de Mustafa Kemal Paşa’ya “kişiye mahsus”, ikincisi 29 Ekim’de TBMM’ne hitaben çekilen iki telgraf… Öğrenmek isterim, Sarı Paşa satranç oynar mıydı, bileniniz var mı? Oynuyor olmalı ki eline geçen fırsat hamlesini kaçırmıyor. “Şah” diyor… Sultanı, arkasına vezirini de bağlayarak takım taklavatıyla, yani kabinesiyle birlikte “mat” ediyor. Bu, ülkenin başına gelebilecek en güzel haldir. Falih Rıfkı, o günü anlatırken, artık nerden aklımda kalmışsa, "pastırma yazıydı" diyor.

Sarı Paşa oturumu yönettiği başkanlık koltuğundan, tadını çıkaracak ya, ilkin “kişiye mahsus” olan telgrafı okutuyor. Özetinin özeti, sadeleştirilmiş haliyle, şöyle:

“Tanrının yardımı ile kazanılan başarı, bundan böyle İstanbul ile Ankara arasında çıkmış olan anlaşmazlığı kaldırmıştır… Barış konferansına her iki yanın çağrılacağı bilindiğinden ulusal esenliğimize ilişkin önemli maddelerin görüşülmesi ve saptanması için durumu bilen ve güveninizi kazanmış bir kimsenin buraya çok gizli yönergelerle ve elden geldiğince çabuklukla gönderilmesi dileğimizdir… Sadrazam Tevfik” (Nutuk,Belgeler,s.1835)

Telgraf okunurken şiddetli protestolar arasında, dişleriyle avurdunu çiğneyen, tırnaklarını etine geçirmiş vaziyette kilitlenip kalan Bayındırlık Bakanı, Diyarbakır Milletvekili Feyzi Bey’dir.

Mustafa Kemal Paşa patırtının dinmesinden sonra bu kez Tevfik Paşa’nın TBMM’ne hitaben çekmiş olduğu telgrafı okutuyor. Bunun da sadeleştirilmiş en özet hali şudur: “Memleketi birlikte kurtardık Lozan’a birlikte gidelim.” (Nutuk…s.1836)

Hani Feyzi Bey’i avurtlarını çiğnerken bırakmıştık ya, hani kilitlenip kalmıştı ya canım, kilitlerinden kurtuluyor ve bağırmaya başlıyor. Bazı kaynaklar cinnet hali diye yazıyor. Sesi gümbürdüyor: "Babıâli Sadrazamı, telgrafını gördüm. Kahkahalarla güldüm. Sağlam mührümü basarım, seni mahkeme kapısında asarım." (Parlamento Tarihi,cilt:1,s.247)

1920’den beri Mustafa Kemal Paşa’nın fikrinde olanın zikre dönüşmesinin zemini artık hazırdır. Eller kalkıyor: Şah ve Vezir devriliyor. Hakkını yiyemeyiz. Somut adım Sinop Milletvekili Dr.Rıza Nur’dan geliyor:

"Bugün Türk milletine bu devlete düşen görev, iki hükümet meselesini haletmektir. Kaldı ki, Türk milleti, bundan üç yıl önce bu meclisi topladığında kararını vermiştir. Eski Osmanlı İmparatorluğu yıkılmıştır. İstanbul’da hakimiyete sahip bir hükümet yoktur. Ben bunun için bir önerge hazırladım ve Başkanlık Divanı’na sudum…”. Bu kadar.  Saltanat kaldırılıp tarihin çöp sepetine atılıyor.

Halifelik mi?

Sırayla gidiyorduk ya, iki diyoruz:

Şimdi 3 Mart 1924’teyiz. Hilafeti kaldırıyoruz ancak durup dururken olmaz. Kararı Meclis’e uygulatmalıyız. Sarı Paşa böylesini tercih ediyor. Allah var, Abdülmecit halifeliği, sultanlığı boşlayıp kenara çekilse, güzel güzel konyağını çekip resimlerini yapsa, resim konusunda Avrupalı ünlü ressamlarla boy ölçüşecek kadar istidalı olduğu yazılıyor, keyfince top sakal pipo yaşayıp gidecek. Ne ki o atanmış Halife olarak kendini sahiden sultan sanmaya başlamış. Çok eski dedelerinden Fatih Mehmet’in kaftanını kuşanıp tantanalı alaylarla cuma namazlarına katılmalar, adına hutbe okutmalar, eski usul protokollü kabul günleri düzenlemeler… Bir de israf ve şatafat. Yalnızca kendisi israfçı olsa neyse bizimkiler sineye çekecek ama gelinler, kızlar, oğullar, damatlarla böylesi kalabalık bir aileyi nasıl doyuracak fukara Ankara! Bir de üst perdeden Ankara’ya mektuplar, yeni talepler, bildiğiniz Padişah edaları… Bardak, 24 Şubat günü Maliye Bakanı bir aylık geçici bütçeyi önce Bakanlar Kurulu’na oradan da Meclis’e sunmasıyla taşar. Bütçe üzerinde tartışmalar yapılırken oturduğu yerden taslak bütçenin bilhassa harcamalar faslını gayet titizlikle, kalem kalem incelemekte olan İstanbul Milletvekili Yusuf Akçura, “Bu ne?” der. İki erkek, kırk dokuz kadının ismi ve karşılarında bazı rakamların olduğu listeyi sallayarak ayağa fırladığını tahmin etmek o andan itibaren bize düşüyor ve pek de zor görünmüyor.

Bu, saltanat mensuplarına ayrılan tahsisatsın dökümüdür.

Yusuf Akçura zehir zemberektir. Sadeleştirerek özetliyorum:

“Cumhuriyet yönetiminde hiçbir zaman ayrıcalıklı sınıflar ve kişiler kabul edilemez. Hiçbir cemaatin hiçbir ferdin ayrıcalığı olamaz. Efendiler, Halife ve ailesinin üyelerine tahsisat ayırmak hem partimizin prensiplerine hem de Cumhuriyetimizin temeline aykırı şeylerdir…” (F.Alpkaya, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu,s.215)

Yetmiyor. Kolay değil. Yuvarlayıp 1500 deyip Yavuz Selim’le başlatsak, oradan 1900’e uzansak 400 yıl eder. 400 yıldır Allah’ın yeryüzündeki gölgesi kabul edilen halifelik makamıdır söz konusu olan… Halifeliğin devamının İslam alemi için önemli olduğunu vazeden bir mektup bardağın kalan yarısını da taşırıyor. Mektup İngiltere İslam Cemiyeti üyeleri Ağa Han ve Emir Ali imzasıyla geliyor. Mektupta sünni mezhep güzellemesi yapılmakla kalmıyor Halife’nin Papa ile eşdeğer tutulması öneriliyor. Mektupların İstanbul gazetelerinde yayımlanması da işin tuzu ve biberi oluyor.… Mektuptan bir bölümü  öylesine rastgele aktarmak istiyorum:

“… Halifenin nüfuzunun azaltılması veya herhangi bir din memuru gibi, kendisinin Türkiye’nin Siyasi Teşkilatından uzaklaştırılası, bizim fikrimizce İslâm’ın dağılması, o Manevi Cihan Kuvvetinin ameli surette zayi olması demek olacaktır. Bu, öyle bir haldir ki, ne Büyük Millet Meclisi'nin, ne de Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin nazarı dikkatinden kaçamaz…” (Parlamento Tarihi 1.Cilt,s.383)

5 Mart sabahı, Dolmabahçe Sarayı’ndan bir kafile çıkıyor. Bunlar Çatalca’dan trene bindirileceklerdir. Halife Abdülmecit, oğlu Ömer Faruk, kızı Dürrişehvar ve bazı hizmetli zevat… Halife ailesiyle birlikte yolcu ediliyor.

“Efendiler ve ey millet,iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikatı medeniyettir. Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kâfidir. Rüesayı tarikat (tarikat başkanları), bu dediğim hakikati bütün vuzuhiyle (açıklığıyla) idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekkelerini kapatacak,müritlerinin artık vâsılı rüşt (ergenliğe erişmiş) olduklarını elbette kabul edeceklerdir…” (30 Ağustos 1925,Kastamonu konuşmasından)

Bu Mustafa Kemal’dir ve onun Jakoben halidir. Ne ki yazıyı uzattıkça uzattık. Tarikatların yasaklanması, tekke ve zaviyelerin kaldırılması sonraya kalsın.