"İdare Gitti Maslahat Elde Kaldı"

Başlıkta orta yere kurulmuş hınzırca sırıtan sözcüğü görünce, terbiye sınırlarını aşacağım zehabına kapılıp “tıklamadan” savuşmayın gözünüzü severim.

Tamam, tırnak içindeki sözün, muzırlığı ve pervasızlığı ile ünlü Şair Eşref’e ait olması yüzünüzü ekşitmek için fazlasıyla yeterlidir. Haklısınız. Eşref’in sadece adı bile sözünün altında bir “çapanoğlu” aratır. Yine de siz fareyi kaçırmayın. Tıklayın sol kulağını... Girin yazıya.

Şöyle derler Müslüman alimler Müslümanlık, beşeriyeti zararlı ve faydasız olandan koruyup, iyiliğine olan her türlü faaliyeti yüceltmek gibi bir misyon yüklenmiştir. Ancak bu misyonu yüklenen kullar değil, onun yartıcısı olan Allah’tır. Bunun böyle olduğunu söyleyip inanan ve inanılmasını isteğen Müslüman alimler, buna “maslahat” dendiğini de ilave ederler. Fareyi kaçırmayın!

Bir de Türki Cumhuriyetlerin bazılarında “meclis” anlamında kullanılır maslahat.

Günlük kullanımında başına “idare-i” getirildiğinde okkalı bir laf gibi gözükse de aslında harcıalem bir laftır bugün git yarın bakarız birader gibi birşey...

Bir de Eşref var. Şair... Ne yalan söylemeli yakıştıramadım koskoca şaire , ne desem bilemiyorum... Tam olarak emin olmamakla birlikte, lafın gelişinden anlıyabildiğim kadarıyla galiba “terbiyesiz” bir mana yükleyip kullanmış maslahatı... Diyecek bir şey bulamıyorum...

Bir bildiği vardır zahir...

Ne de olsa heccav...

Bulaşmayın!

Ben Hilmi Yücebaş’ın yalancısıyım ama doğru ama yanlış... Yücebaş “Şair Eşref, Bütün Şiirleri ve 80 Yıllık Hayatı” adlı araştırmasında Eşref’in İstanbul’a “idareye” çektiği bir telgraftan söz eder...

Eşref’in yaşadığı dönemde (1847-1912) Ege dağları çangal bıyıklı efelerin yatağı olmuş ki kurt, kuş, böcek korkudan sütre gerisine pısmış yürek ağızda beklemede... Eşref’in kaymakamlık ettiği ilçeyi de efeler, yok tuz, yok gaz, yok ekmek basarlarmış... Bir değil iki değil şurasına gelmiş şairin... Her defasında durumu İstanbul’a ilettiğinde, ‘Burada yapılacak bir şey yoktur, oradaki jandarmalarla “idare-i maslahat’ (şartlara göre idare etme) edilmesi diye cevap gelirmiş. Sonunda efeler azıtıp ilçe merkezini basmakla kalmayıp kaymakamlık idare binasını da zaptedince, bizim şair tekrar İstanbul’a tellemiş. Cevap yine,’ İdare-i maslahat edilmesi...’ yollu gelince Eşref, yetti lan deyip İstanbul’a şu telgrafı çekmiş: ‘İdare gitti, maslahat elde kaldı!’

Ne demek istedi?

Fareyi kaçırmayın!

***
Af, Osmanlının “eşkıya” ile mücadelede sıkça başvurduğu bir yöntem olmakla birlikte Şair’in, Ege Bölgesi’nde idarenin İstanbul’un elinden çıkıp “eşkiyanın” eline geçtiğine dair bu telgrafının 1904 affının ilan edilmesinde etkili olduğunu yazan tarihçiler de yok değil.

Nicedir dağdaki efelerin “zulmünden” taşikardi olmuş, İzmir’deki “asude” hayatları kararmış, İngiliz, Fransız, İtalyan “gavur” acentaları ile Aydın bölgesinin toprak ağalarının bitmez tükenmez şikayetlerinden bunalan Osmanlı, sık sık başvurduğu “umum af” iradesini bir kez daha duyurmuş.

“Kuş kanadı”nda gelir Beşparmak, Madran, Bozdağ, Karıncadağ, efelerine af haberi...

Dağdakinin kafasının bir yanında hükümetin çıkaracağı af öyle pırıltılı bir yer işgal ederdi ki bu çoğu kez “eşkıyanın” aklının karışıp “tava” gelmesine neden olurdu. Hükümetin kafasında ise, Osmanlı bu, “umum af” bahanesiyle dağdan indirip kellesini mi alsam, asker yazdırıp Yemen’e mi salsam, ya da kır serdarı (korucu) yapsam da dağda kalanların üstüne mi heyheylesem!

***
Batılıların “Robin Hood” olarak adlandırdıkları Çakırcı Mehmed Efe (1872-1911) dağda kaldığı 14 yıllık süre içinde üç kez “af” la dağdan “yüze” inmiş... Gayrı gendine nalburiye açıp ayağını uzatı vee... Olmamı... Önkü dükkanı açı vee... Tabi kim garışcemiş sene... Koş baken!

“Islah” olmamıştır. Yapılan haksızlıklar karşısında vurup filintasını sırtına yeniden dağların yolunu tutmuştur.

Dağın yolunu son kez tutarken kendisini öldürtmek için gönderilen Arnavut çeteyi, “yüze” indikten sonra yanından ayırmadığı zeybekleriyle birlikte kahvede kıstırıp bir temiz sopaladıktan sonra şan olsun diğerek feslerinin püsküllerini kesmiş, vali konağına onları püskülsüz fesle ki erkekliğin şanındandır püskül, seyiplemiştir... Bu arada Çakırcalı’nın her ihtimale karşı civardaki fes dükkanlarından püskülleri toplatmasına ne demeli!

Dağa çıktıktan sonra yaptığı işlerden ilki, yokluğunda Çakırcı adını kullanarak şurda burda soygun yapıp, kadınlara, kızlara sarkıntılık eden fakir zengin ayırmadan yörük köylerini haraca kesen bir çeteyi esir edip kulaklarını kesmek olmuştur.

Peşine düşen askerlerin ise kulaklarını değil de ayak tabanlarının derilerini yüzmesi, peşine düşecek diğer müfrezelerin bu manzarayla karşılaştıklarında ayak taban derilerinin sızlayarak takipten vazgeçecekleri umudunu taşımasındandır..

Çakıcalı’nın az bilinen bir yönünü Sabri Yetkin’in “Ege’de Eşkıyalar” adlı kitabından aktarıyorum: “İzmir’deki Fransız konsolosları da Çakırcı’ya ilişkin raporları sürekli Paris’e göndermişlerdi Çakırcalı’nın adi bir eşkıya olmadığını, yaptıklarının Alexandre Dumas’nın Üç Silahşörleri’nin serüvenlerini gölgede bıraktığını, yoksul köylüye yardım ettiğini, köprü ve yol yaptırdığını söylüyordu. Konsolos yardımcısı Mösyö Dollot ise, ’Çakırcalı soylu bir eşkıyadır’ demektedir...”

Kulakları va ayak tabanları sağlam olarak Fransa’ya döndüğü anlaşılan Konsolos yardımcısının yorumları abartılı bulunsa da külliyen yabana atmamak gerekir. Aksi takdirde onun kısa aralıklar hariç 14 yıl boyunca dağlarda barınabilmesini açıklamak güçleşebilir. Özellikle de yılın büyük bir bölümünü dağlarda geçiren Yörük göçerleri tarfından sevilip kollandığı hemen hemen bütün kaynaklarda yazılıdır. Seveni çoktur... Çerkesler hariç!

Maalesef ölümü de Çerkeslerin elinden olmuştur.

Metin Çulhaoğlu’nun “müstehzi” laf atmalarından kafamı sakınıp, ama, “hariç” i de belirsizlikten kurtarıp olası merakınızı gidermek için, “kan davası” demekle yetiniyor, bahsi kapatıyorum!

***

Çakırcalı’nın son kez dağa çıkmasının bir nedeni de “af” la dağdan “yüze” inen çok sevdiği “kızanı” Çoban Osman’ın, jandarmalar tarafından pusulanıp delik deşik edilmesinin ardından Aydın’da, hükümet konağının önünde sergilenen, gövdesinden ayrılmış kafasını görmesi olmuştur.

“Ülen kancık Osmanlı!”

Bu söz daha sonra söz olmaktan çıkmış Çakırcalı’nın savaş “nara”sı olarak tarihe geçmiştir...

***
Bu yazıyı öylesine yazdım. Birşey filan demek istemiyorum... İlhamımın Star’dan Mehmet Metiner’in 21.08 tarihli “Osmanlıyız Biz” başlıklı yazısı olduğunu belirtmekle yetiniyorum... Kendisini dualarımla selamlıyorum..