Derkenar: 1920-1924 müskirat (içki) tartışmaları

İlkin yasağın nasıl konulduğuna bakmayı öneriyorum.

Müskirat tartışmalarını Birinci Meclis’in başına saran Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’dir. Yahu hele bir nefes al, yok, Ankara Meclisi’nin açılışının üzerinden henüz beş gün geçmiş, mebuslar daha tam sayı içtima etmemiş, yolda belde iken, 28 Nisan’da “Men-i Müskirat Kanunu”nu meclise sunar Ali Şükrü Bey. Tabii Meclis, Ali Şükrü’nün teklifine hemencecik teslim olacak değil, epeyce direnmiş, özellikle solcu olarak bilinen Maliye Bakanı Hakkı Behiç Bey bütçenin en birinciye gelen gelir kaleminin içki olduğunu, bütçenin yarıdan fazlasının da Milli Savunma Bakanlığı’na ayrıldığını, içilen her kadeh içkinin “katresinin” cephedeki askere tüfek, kurşun, palaska olarak döndüğünü ve hayırlı bir işe vesile olduğunu ısrarla belirterek kanunun reddini istemiştir. Bu arada Hakkı Behiç Bey’in yanında saf tutan mebuslar çeşitli oyalama yollarına başvurmuşlarsa da takatleri 921’in Eylül ayında kesilmiş, kanunun oylama faslına geçilmiştir… Zurnanın zırt dediği yerdir: Ah Vehbi Efendi ah!

Vehbi Efendi Konya Milletvekili… Medrese çıkışlı. Osmanlı Mebusan Meclisi’nden Ankara’ya intikal edelerden biri. Ankara Meclisi’nde Din İşleri Komisyonu Başkanı ve “müskirat”ın lafını duyduğunda başı dönenlerden. Buraya kadar eh, olabilir ama dahası var ve “dahası”, “beter” türüne giriyor. Adam Meclis Başkanı Vekili… Yani Reisin yokluğunda oturumu yönettiği gibi oylamada kaldırdığı el “2” oy olarak hesap ediliyor. Bundan beteri ne olabilir? Daha da beteri Mustafa Kemal Paşa’nın o gün mecliste olmaması olur. O da oluyor. Mustafa Kemal o gün mecliste yok ve oylama dramatik bir şekilde “evet”lerin ve “hayır”ların eşitliği ile sonuçlanıyor (71-71). Vehbi’nin oyu “2” kabul edilince al sana 71-72. Bu sonuç karşısında  “Ah Vehbi Efendi ah” nidasına “Ah be Paşam neredesin” hayıflanmasının eklenmiş olabileceğini tahmin etmek pek güç olmuyor. Ekliyorum.

O günlerde Mustafa Kemal Paşa’nın emir subayı, 1926’da Milliyet gazetesinin kurucusu olacak olan, milletvekili Mahmut Soydan “içki yasağı” tartışılırken, 1920 meclisinin “ortak gayesinin vatan severlik” olduğunun altını çizdikten sonra şunları yazmaktan da kendini alamıyor:

“Dünyanın her meclisinde azalar arasında seviye farkı olur. Fakat bu fark hiçbir yerde Ankara Meclisi’nde olduğu kadar büyük değildir (…) Mebuslar arasında müftü ve müderris o kadar hoca vardı ki, serbest düşünenlere ağız açtırmazlar. Ellerinde bir mahkumiyet damgası daima hazır duruyor: Kâfir…”(Ankaralı’nın Defteri, İş Bankası Kültür Y. İst. 2007, s.27)

Sonrasında ne mi oluyor?  Öncelikle Hakkı Behiç’in ruhu şad olsun bütçenin gelir hanesinde yer alan önemli bir kaynak eksiliyor. Bu arada yasağın hükmü işgal bölgelerinde yürümediği için oralardan Anadolu’ya kaçak yollardan yapılan içki sevkiyatı artıyor. Ankara’nın gücünün yettiği yerlerde  bağlardan ve evlerden güzelim imbik teşkilatları, fıçılar, şişeler toplanıyor. Bu arada yasağa rağmen “gizli fakat herkesçe malum şekilde çalışan” -kaynaklar dört sayısını veriyor- meyhaneler harıl harıl kadeh usulü servise devam ediyor. Bulamayan aşırı müptelalar “mavi ispirto”ya  yöneliyor, 90 derece falan olmalı, yönelince de sokak aralarına devrilmiş yerlerde yatan “berduş takımı” haberleri gazetelere düşüyor: Yüzleri, bilhassa burunları, fevkalade mor! Ve ardından tescil edilmemiş olsa da yepyeni bir rakı markası zuhur ediyor: Dilaver Suyu…

Dilaver Suyu… Falih Rıfkı Pek iştahlı anlatır Çankaya kitabında: “İçki yasağı kanunu, bir fıkramda anlattığım gibi, ilk Meclisten bir sağlık değil, bir şeriat kanunu olarak çıkmıştı. İçki yasağı yürüyor, içki de içiliyordu. Rakının bir adı “Dilaver Suyu” idi. Çünkü yobaz diktası olduğu için herkesi kızdıran bu yasak zamanlarında en iyi içkiyi Polis Müdürü çıkarıyordu.” (Çankaya,s.517)

Ankara polis müdürü Dilaver, bağ evinde kurduğu tesiste kendi adıyla ünlenen rakısını uzunca bir zaman rakipsiz üreterek saltanat sürüyor. 1924 yılına gelindiğinde saltanı bitiyor.

Sırada içki yasağının kaldırılması var ve şimdi 1924’deyiz: 9 Nisan.

Önce hazırlık evresi var: İçki yasağının kaldırılacağı ya da tadil edileceği, alkol derecesi düşük bira, şarap, likör benzeri içkilerin serbestçe satılıp lokantalarda içilebileceği, rakı türü sert alkollü içkilerin satışının ise izne bağlanacağı haberi Ankara matbuatında yer almaya başlayınca daha yenilerde Ankara’nın emrine girmiş olan ve bunu içine sindiremediği için de hemen her hususta Ankara’ya muhalefeti marifet sanan İstanbul, daha doğrusu İstanbul matbuatı tartışmayı açıyor. Tanin Gazetesi Başyazarı ve sahibi Hüseyin Cahit Yalçın sahipleri Rum olan, İstanbul ve civarının tek bira üreticisi Bomanti Bira Tesislerini işaret ederek İttihatçı refleksiyle olmalı, biraya sağlanan özgürlüğün, “milli” olana da sağlanması gerektiğini ileri sürerek bütün rakıcıların gönlünü fethediyor:

 “…Birayı müskirat (içki) meyanından (durumundan) çıkarmak hakikat halde bu hain Rum sermayedarları reyine bütün Türkiye’de muazzam bir inhisar (tekel) temin etmek olacaktır. Bira ile sarhoş olmaya müsaade edip şarapla yahut rakı ile sarhoş olmaya müsaade etmemek garabetini gösterdiğimizden dolayı cihan nazarında istihzalar (alaylara) hedef olacağız (…) Hakikat halde bira ne ise rakı da odur…” (Türk Parlamento Tarihi, 1.cilt, s.498) Muhtemelen bütün rakıcıların, tahmin edebiliyoruz, saygıyla karşıladığı bu cümlenin devamı ise yasağın tümüne karşı gelmek açısından pek çok değerli olmalı:

“Bizim fikrimizce harp zamanına mahsus bir tedbir olan men-müskirat teşebbüsünden suret-i katiyyede vaz geçmek münasiptir…”

Hüseyin Cahit Yalçın’ın yazısını en çok alkışlayanın “Bu akşam gün batarken/Sakın geç kalma erken gel…” dizeleri ile başlayan şarkının güftesini yazan gazeteci, yazar, sonradan milletvekili olacak Ahmet Rasim’in, ağzının tadını bilen fevkalade bir rakıcı olarak alkışlaması kadar tabii ne olabilir. Öyle de oluyor. Aklıma gelmişken, sahiden de bu nefis dizelerin yazımında rakının biraz olsun katkısı olmadığını kim iddia edebilir.

Hüseyin Cahit Yalçın’ın yazısına en sert tepki Tevhid-i Efkar Gazetesi Başyazarı Ebuzziyazade’den geliyor. Yazısında “Şark Fatihi Kazım Karabekir Paşa”nın daha Erzurum’da iken (1919) içki yasağını getirdiğine ilişkin beyanatını aktardıktan sonra Şer’iyye Vekili (Din İşleri Bakanı) Mustafa Fevzi (Gerçeker) Efendi’yi göreve çağırıyor:

“Esasen Fevzi Efendi, şeran ve aklen memur olduğu veçhile açıkça ‘Men’i Müskirat Kanunu kalkamaz’ deseydi, böyle bir söz kimseyi zerre kadar ne rencide, ne de bizar ederdi…” (a.g.e; s.501)

Mustafa Fevzi Efendi cevap vermek gereğini dahi duymayınca Ebuzziyazade ikinci yazısını yazıyor:

“Müskirat şer’an haramdır (…) Sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin dini, resmen din-i İslam’dır. Vakti ile müskiratın istimaline devlet cevaz vermemekle beraber ığmaz-ı ayn eyliyordu. Fakat bugün müskirat madem ki kanunen men edilmiştir, bir Devlet-i İslamiyye olan Türkiye Cumhuriyeti bundan sonra Müslümanlar müskirat istimal edebilirler diye yeni bir Kanun ısdar edemez…”(a.g.e; s.504)

Sadeleştirmek için kendimizi yormayalım. En özet hali şu: İçki dinen haramdır. Serbest bırakılması için kanun çıkarılamaz!   

Çıkarılır. 9 Nisan 1924 tarihinde içki yasağı bazı sınırlamalar ile kaldırılır. Bira ve likör içki faslından çıkartılır.

Yazı tam bitti derken… Hay Allah nereden çıktın Akbaba… Akbaba’nın sahibi ve Başyazarı Yusuf Ziya Ortaç tartışmaya başka bir üslupla katılır. Sevimli bulduğum için aktarıyorum:

“Rivayetlere göre bundan sonra kadehle rakı satılmayacakmış. Alenen sarhoşluk yasakmış. Demek ki artık akşam olunca herkes şişesini cebine yerleştirecek, evceğizine gidecek, orada demlenecek. Gerçi Yunus Nadi Bey üstadımız varken bize ağız açmak düşmez ama öyle zannediyorum ki erbabı rakıyı ne kadehle içer ne de şişeyle. İşin ehli damacana ile içer.”

Cumhuriyet’in sahibi ve Başyazarı Yunus Nadi bir mizah üstadına laf yetiştirmenin ve onunla kapışmanın kendisine “hayır” getirmeyeceğini bilecek kadar tecrübelidir. Cevap vermez.

İki yıl sonra, 1926’da, 1920’de hay huylarla yürürlüğe giren Müskirat Kanunu tamamen iptal edilir. Sen sağ ben selamet!