‘Ya tutarsa…’ diplomasisi

“Stratejik derinlik”… Heybetli bir laf tabii. Ama emperyalist diplomasi arenasında maalesef karşılıksız.

Güncel olarak karşılıksız. Emperyalist diplomasinin bugünkü tablosu küçük/orta aktörlerin “stratejik” hesap yapmasına imkân sağlayacak bir tablo değil.

Büyük aktörlerin çıkar ilişkileri ve uluslararası diplomasi arasında, “üretici güçlerin gelişimi ve üretim ilişkileri arasındaki”ne benzer bir çelişkinin kokusu alınıyor. Ama kısa vadede, güncel olarak, bu çelişkinin köklü bir altüst oluşa yol açacak bir güce sahip olduğunu ve bu haliyle de “büyük stratejilere” alan açtığını söylemek mümkün değil.

Mümkün değil, çünkü büyük aktörlerin büyük stratejileri, hani 2000’lere girerken ABD’nin sahip olduğu türde “Yeni Amerikan Yüzyılı” projeleri bulunmuyor. Bugün ABD emperyalizminin, sürekli getirileri olan küçük hesapları yürürlükte ancak toplu bir harekât planı yok.

ABD’nin yenildiğini, gerilediğini, “bittiğini” vs. sürekli öngörüyorlar, dinliyoruz. Ama dibi göremiyoruz. Büyük savaşı doğuracak bölgesel çatışmalar mı, tüm aktörlerin yeniden konumlanmasını sağlayacak kritik bölge savaşları mı, nasıl bir “yeniden yapılanma” gündemde? Öyle görünüyor ki, uluslararası arenanın kapitalist aktörleri, içeride veya uluslararası alanda “bir büyük sınıfsal tehdit” görmedikçe statükoyu koruma eğilimindeler. Bu değerlendirme, yukarıda sıralanan senaryoların “kaza” sonucu gerçekleşme ihtimallerini dışlamamalı.

Kabaca tarif edilen bu durumun Türkiye gibi aktörler için diplomasideki karşılığı bir yanda geniş bir hareket serbestisi, diğer yanda ise kendi attığı adımların ayağına dolanması şeklinde karşılık bulmaktadır. Sürekli büyük açılımlar yapılmakta ama, bunlar bir temel yönelime kanalize edilememektedir. “Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerde köklü bir dönüşüm gündeme gelebilir mi?” sorusunun yanıtının AKP’nin politik tercihleriyle ilişkilendirilemeyeceği bugün herkes için açıktır. “Türkiye BM Güvenlik Konseyi’nde İran kararında ne oy kullanacak?” sorusu meşru ve çoğunluğun şaşırmadığı bir soru ise, bu böyledir. Bir ülke düşünün, İran’la “arabuluculuk” işine soyunmuş, yakın dönem ilişkilerinin belli bir rotası var, kimi adımlar atıyor. Bu adımlar onu bir yola götürüyor. Ama bunun en sıradan sonucu, BM oylamasında hayır demek iken, bunun “denemeyebileceği” ihtimali üzerinde durulabiliyor. Değişik!

Hareket serbestisi olanağı AKP için “her yöne saldırma” çılgınlığı anlamına geliyor. Bunun sonuçlarının da, yalnızca küçük çıkar hesaplarını karşılamaktan ibaret kaldığını anlıyoruz. Bir türlü değişmek istemeyen uluslararası statükonun sabitleri ile beraber düşünüldüğünde ise, çoğu zaman “ilginç” görüntüler ortaya çıkarabiliyor. Aynı gün içinde bir bakanı Ortadoğu’da, bir bakanı Kafkasya’da, başbakanı Latin Amerika’da, Cumhurbaşkanı bir başkasını kabulde, bir grup diplomatı AB toplantılarında… Tüm bunlar olurken bir “yardım” gemisi, İsrail açıklarında… Türkiye hem Osmanlı, hem Hamasçı müslüman, hem istikrarlı bir AB adayı.

“Derinliği” bırakalım, herhangi bir ekseni bile bulunmayan bu diplomatik faaliyetin toplamından “ya tutarsa” diplomasisi dışında bir şey çıkması mümkün değil. Gölün maya tutması mümkün olmasa da, kimi balıklar yakalanması mümkündür. Çoğunlukla iç politikaya tahvil edilmeye çalışılan diplomatik hamlelerin gerçekçi tek yönelimi ancak bu şekilde tarif edilebilir.

Tutmadığı durumlarda ise, şimdilik hesap alan-soran olmadığı için fazla bir bedel ödenmiyor gibi görünüyor. Buraya “içerideki çatlak” üzerine yapılan analizleri eklediğinizde daha farklı bir düzleme geçilecektir, oraya geçmiyoruz. Ama “ya tutarsa” dışında kalan durumlarda AKP’ye “kumda oynama” izni verildiği açıktır.

Aslında, fazla kafa yormamız gerekmiyor. AKP diplomasisi, çok basit görüntülerde bile kendisini ele verebiliyor. Erdoğan ve arkadaşlarının Brezilya’nın Sao Paolo kentindeki uçak fabrikası ziyaretinde üç boyutlu görüntüleri izlemek için büründükleri görüntü, AKP diplomasisinin ta kendisidir.