Hizbullah krizi ateşledi - mecburen

Lübnan’da beklenen kriz başladı. Kriz bitmiş miydi ki, denebilir. İçten içe yanan bir krizin, alev aldığını söyleyelim o zaman.

2005 yılında öldürülen Refik Hariri’nin oğlu Saad Hariri’nin 14 aydır süren “birlik” hükümeti, Hizbullah ve müttefiki bakanların istifasıyla dağıldı. Hariri hükümetinin herhangi bir “birlik” sağladığı zaten söylenemezdi, ancak yeni durumda ortaya çıkacak olan tablo bir ucunda yeni bölgesel savaşların “kader” haline gelebileceği bir bölünmeyi yeniden gündeme getirdi. Tabloya başka bir tarafından bakarsak, bölgede düğümlenen İran merkezli yumağa bir makas atıldığını da söyleyebiliriz.

Bir süredir Hariri suikastını Hizbullah’a yıkmaya çalışan BM’nin Lübnan Özel Mahkemesi’nin (STL) faaliyetlerini bir “ABD-İsrail komplosu” olarak değerlendiren Hizbullah Saad Hariri’yi “birlik”i muhafaza etmesi konusunda uyarıyordu. Ancak oğul Hariri’nin buna ne niyeti, ne de imkânı (*) vardı. Hizbullah’ın STL’nin 2005’teki Hariri saldırısında kendi üyelerini suçlamaya hazırlandığı ve Hariri’nin buna izin vermemesi gerektiği yönündeki uyarıları karşısında Lübnan başbakanı ABD’ye bir ziyaret yapmayı tercih etti. Bir süredir Suriye ve Suudi Arabistan tarafından sürdürülen “krizi çözme” yönündeki faaliyetlerin de sonuçsuz kaldığını ilan eden Hizbullah ve müttefikleri de bu adımı hükümetten çekilerek karşıladılar.

Kriz kaçınılmaz mıydı? Evet. Peki Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın STL’nin bir “İsrail komplosu” olduğu yönündeki iddialarını nasıl karşılamak gerekiyor? Daha da ötesi.

Yalnızca bu mahkemenin değil, Hariri’nin öldürülmesinin de bir “komplo” olduğu yönünde çok güçlü kanıtlar var. Sadece “İsrail komplosu” nitelemesinin yetersiz kaldığını, ABD’nin bölgesel politikalarıyla mutlak bir örtüşmenin olduğunu vurgulamak gerek. Kanıtları bir yana bırakalım. Siyasi sonuçlarına bakalım. Hariri cinayetinin ardından o dönem hedef tahtasında –Bush’un şeytan üçgeninde- yer alan Suriye’nin suçlandığını hatırlayalım. Suriye öyle güçlü bir baskı altında kaldı ki (!), Hariri cinayetinden iki ay kadar sonra Lübnan’dan askerlerini çekti.

Sonrasında yaşanan gelişmeler, İsrail’in 2006 yazındaki Lübnan saldırısının zeminini hazırladı. Burada bir “yenilgi” parantezi var. Ancak, “komplo” devam etti, 2007’de Lübnan’daki Filistin mülteci kamplarında gerçekleşen provokasyon ve 2008’de Beyrut’taki mezhep çatışmalarının orta yerinde STL kuruldu. STL Hariri suikastını Suriye ile ilişkilendiren senaryonun yerine yeni senaryoları yürürlüğe sokarken, 2009 Mayısında “beklenen” haber Der Spiegel’de yayımlandı: “Hariri’nin öldürülmesinde Hizbullah parmağı var”dı.

Bir süredir STL’nin bu iddiayla sahneye çıkması bekleniyor. Bir süredir Nasrallah uyarılar yapıyor. Bir süredir Suriye ve Suudi Arabistan bu meseleyi “çözmeye” uğraşıyor. Diplomatik trafik son günlerde hayli yoğunlaşmıştı, izini sürmenin özel bir anlamı bulunmuyor. Sadece ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın “STL görevini yapmaya devam edecek ve adalet yerini bulacak” açıklamasını not ederek geçelim. Clinton, “Hiçbir ülkenin adalet ve istikrar arasında seçim yapmaya zorlanamayacağını ve Lübnan halkının hem adaleti hem istikrarı hak ettiğini” söyledi.

Demek ki, kriz devam edecek. Lübnan’ın egemenlik sorunu ve kamplaşması üzerinden. Ve tüm bölgenin egemenlik sorunu ve kamplaşması gündeme gelecek.

Türkiye’nin rolüne ve hiperaktif diplomasisiyle nasıl sıkışabileceğine dair biraz spekülasyon yapılacak olursa… Her şeyden önce, AKP hükümeti bu sıkışmayı seçimden önce yaşamamak için “dua”cı olacaktır. Duaları tutabilir. Ama bu krizin AKP’nin “çok yönlü” ve sözde bağımsız bölge politikasını er ya da geç mahkûm edeceğini öngörebiliriz. Diğer bir ifadeyle, AKP’yi el mahkûm ABD’ye mahkûm edeceğini.

Krizden Türkiye’ye doğru uzanan yönetilmesi güç bir çelişki yığını var, teğet geçemez: Hem İsrail’le restleşeceksiniz, hem ortak tavır almaya zorlanacaksınız. Hem savaş istemeyeceksiniz, hem Lübnan’da asker bulunduracaksınız. Hem bölgede herkese söz geçirdiğinizi, köprü, arabulucu vs. olduğunuzu iddia edeceksiniz, hem yalnızca ABD politikalarının sözcülüğünü yapacaksınız ve kimse sizi sallamayacak. Tercih etmediğiniz müttefikleriniz ve sizi üzecek düşmanlarınız ortaya çıkacak. Hatta belki İran’la hep ertelemeye çalıştığınız karşılaşma aniden karşınıza çıkacak… daha bir dizi başlık eklenebilir. Ama Türk dış politikasının omurgasını oluşturan, olağan dönemlerde büyük bir yüzsüzlükle “yutturulan” palavraların hepsi boşa çıkacak. ABD’nin komutları uygulanmaya başlandığında içeride kriz teğet geçemeyecek uygulanmama olasılığı akıldan bile geçirildiğinde dışarıda kriz cepheden vuracak.

Hayırlı olsun.

(*) Mevcut krizin mühim aktörlerinden, Lübnan’ın milyarder başbakanı Saad Hariri’nin “imkânlarına” dair hatırda tutulması gereken birkaç not düşmek gerekiyor. Biyografik ve sınıfsal: 1970 doğumlu olan Saad Hariri, Refik Hariri'nin ilk Iraklı karısından olan ikinci oğlu ve Suudi vatandaşlığı da var. Georgetown Üniversitesi'nin işletme bölümünden mezun olan Hariri, Ortadoğu’nun en büyük şirketlerinden biri olan Suudi merkezli Öger inşaat şirketini yönetiyor. 1996'dan beri Hariri'nin yönetimindeki sermaye, bankacılık, emlak ve medya alanlarına da uzanmış durumda. Suudi Yatırım Bankası, Suudi Araştırma ve Pazarlama Grubu ve Gelecek TV aynı grubun bileşenleri. Suriye'nin önde gelen ailelerinden Lara Beşir El Adem ile evli olan Hariri'nin üç çocuğu ve eşi "güvenlik gerekçesiyle" Suudi Arabistan'da yaşıyor.