Eurovision denilen ziyadesiyle renkli panayır gösterisinin Türkiye halkının ezici çoğunluğunda böylesine bir “hasret” yaratmasını nasıl anlamlandırabiliriz?

Ticari Avrupa, bekleme yapma, sağdan devam et!

“Monşer eskisi taktı Avrupa’ya” diye düşünebilirsiniz. Haklısınız Avrupa’yı önemsiyorum. Bunun salt kişisel bir tercih olduğu kanısında da değilim. Kafa yapımızı belirleyen kültürel bir temelimiz var. Coğrafya kaderdir cinsi bir palavradan ibaret değil bu ama coğrafyanın belirleyici olduğu bir alan olduğundan kuşkum yok. Türkler 1000 yıl kadar önce kitleler halinde Anadolu’ya girmeye başladığından beri yüzleri güneşin battığı yöne dönük. Bu fikrin bana ait olduğunu sanmam ama kendi adıma karanlık korkusuna bağlıyorum bunu. Hava karardıkça Batı’ya doğru koşup ışığı yitirmemeye çalışıyoruz sanki.

Hurafe ve şaka kısmı bir yana, yaşadığımız bölge somut. Karanlığa gömülmenin kader olduğunu dayatmaya çalışan Siyasi İslamcılara bakmayın, Türkiye yüzyıllardır fiziken de ruhen de Avrupa’da. Ecdat dedikleri Osmanlı da bir Avrupa Devleti’ydi, onun yıkıntılarından yeni bir devlet inşa eden Türkiye Cumhuriyeti de. Daha açık bir deyişle, Türkiye’nin Avrupalılığı tartışmasını Tanzimat’tan başlatmak, hayranlık filan tartışmak tarihsel açıdan anlamsız. Avrupalılık dediğimiz kavramın kapsam ve içeriğini tartışmak daha anlamlı belki de ama ben işin o kısmına girmeyeceğim bu yazıda. 

İtişiyoruz, sevişiyoruz, bağırışıyoruz, hakaretleşiyoruz çoğu zaman ama gerçek değişmiyor. Avrupa bizimle, biz Avrupa’yla iç içeyiz. Bir çiçekle bahar olmaz diyebilirsiniz lakin geçtiğimiz haftalarda okuduğum bir kamuoyu araştırmasında ilginç bulduğum bir olguya rastladım. “Türkiye’de Avrupa ve Avrupa Birliği Algısı” başlıklı araştırmanın finansörü Avrupa Birliği bağlantılı kurumlar. Buradan hareketle sonuçları eleştirel bir gözle ele almak gerektiği açık. İnternetten araştırıp ayrıntılarını inceleyebilir merak edenler. Ben o araştırmadaki genel geçer soru ve yanıtlara çok takılmadım açıkçası ama bir soru ve yanıtı dikkatimi çekti. “Türkiye’nin Eurovision Şarkı Yarışması’na yeniden katılmasını destekliyor musunuz?” sorusuna verilen olumlu yanıtın oranı yüzde 95,4. Nüfusu neredeyse 90 milyona ulaşmış, fikren ve maddeten bin parçaya bölünmüş bir ülkede başka hangi soruda böylesine yüksek bir ortak yanıt oranına ulaşılabilir bilmiyorum. 

Demokrasi, refah, ifade özgürlüğü gibi kavramların Avrupa’da net bir şekilde içlerinin boşaltıldığını ve önümüzdeki dönemde bu sürecin hızlanacağını daha geçen hafta yazdığım için oraya dönmeyeceğim. Buna karşılık müzikle ilişkisini uzun yıllar önce kesmiş olduğunu düşündüğüm Eurovision denilen ziyadesiyle renkli panayır gösterisinin Türkiye halkının ezici çoğunluğunda böylesine bir “hasret” yaratmasını nasıl anlamlandırabiliriz?

Tarihi, coğrafyayı, siyaseti, ekonomiyi bir an için olsun unutalım. Eurovision özellikle son yıllarda kimi çevrelerce bir eşcinsellik propagandasıyla özdeşleştirilmiyor mu? Akepe yönetiminin son “müjde”lerinden biri kimin kiminle resmen çiftleşebileceğine dair bir hükmü Anayasa’ya yerleştirmek değil mi? 72 milletin mafyası çoluk çocuğumuzun dolaştığı AVM’lerde otomatik silahlarla “özgürce” hesaplaşabilirken ülkenin güvenliğini sağlamaktan sorumlu siyasiler sabah akşam “biz LGBT çocuğu olmayacağız” makamında nara atmakla zaman geçirmiyorlar mı? Kimin için? Halkımızın cinsel vücut bütünlüğüne halel gelmesin, aile kurumu şey olmasın, ümmet sonunda yavrulama olmayacak şekilde aile kurmasın da sayımız kâfirleri kahredecek kadar artsın diye. Sırf halkımızın iyiliği için yani. Güzel. Şimdi sosyal medyada yaygın bir deyim var ya, onu kullanarak yazacağım. O sırada halkımız: “Eurovision’u geri istiyoruz!”…

Türkiye’de yaşayanların yüzde 95,4’ü, hadi hata, yanılma, çarpıtma payı diye küsuratı da atalım, yüzde 90’ı diyelim, Eurovision’u “sakallı bir abla izleyelim de kanımız kaynasın” diye geri istiyor olabilir mi? Hiç sanmıyorum. Türkiye halkı Eurovision’u, kendisini ait hissettiği o kültürel çemberin içinde bulunmak, diğer Avrupa halklarıyla yeniden aynı havayı solumak için istiyor. Çok derin analizler çapımı aşar ama benzer bir ortak iradeyi hangi alanda görebileceğimizi düşünürken aklıma geldi. Türkiye bir şekilde Avrupa Futbol Federasyonu Birliği UEFA’nın dışında kalsaydı ya da basketbol takımlarımız EuroLeague’in dışında bırakılsaydı da, nüfusun en az yüzde 90’ı geri dönmek isterdi.  

Haydi bir hadsizlik yapıp genelleyeyim. Türkiye halklarını Avrupa halklarından kalıcı olarak ayırma sevdasının başarıya ulaşma şansı yok. Buraya kadar çok güzel. Gel gör ki, bir de ekonomi var, siyaset var, daha da önemlisi ekonomi politik var.

Cumartesi günü Erhan Nalçacı’nın mutlaka okunması gereken yazısında şu cümle yer alıyordu: “Emekçi sınıfların iktidarında bütünleşmiş bir Avrupa muhakkak tarihsel bir ilerleme olur.” Açıkçası o cümle bu hafta yine Avrupa hakkında yazmaya karar vermemde etkili oldu. Zira o bütünleşmede Türkiye’nin emekçi sınıfının anlamlı katkısı olabileceğine inanıyorum. 

Avrupa konusuna geri dönmemin ikinci sebebi ise AB Komşuluk ve Genişleme Komiseri Oliver Varhelyi’nin Türkiye’ye 26-28 Ekim tarihleri arasında yaptığı ziyaret. On - on beş yıl kadar önce bu tür ziyaretler öncesi ve sonrasında manşetleri bir hayli işgal ederdi. Şimdi derdimiz bini aştığı için belki de gelip gidiyorlar AB sermayesinin siyasi memurları. Oturacak koltuk bulabildikleri takdirde çok meşgul etmiyor gündemimizi. 

Basından izleyebildiğim kadarıyla, Varhelyi gelmiş İstanbul’da Akepe’nin ekonomi kurmayları (gülmeyin!) ve iş çevreleri ile görüşmüş. Rusya’ya uygulanmakta olan yaptırımların delinmemesi konusunda uyarılarda bulunmuş. Buna gülebilirsiniz çünkü dış ticaret bilgisi okuma yazma seviyesinin bir gıdım üstündeki her insan Avrupalı büyük şirketlerin Rusya’ya yönelik yaptırımları Türkiye üzerinden deldiklerini biliyor. Üzerinde durmayalım. AB Komiseri ekonomik ve ticari işbirliğinin önemi üzerinde de durmuş elbette ve şunu söylemiş: “Türkiye ve AB arasında inanılmaz bir işbirliği var. Özellikle tedarik zincirleri konusunda.”

Varhelyi, İstanbul temaslarının ardından, İçişleri Bakanı Soylu’yla birlikte Van’a uçmuş ve İran sınırını “denetlemiş”. Sınırda alınmakta olan önlemlerden duyduğu memnuniyeti dile getirmiş, bunlara AB katkısının süreceğini ifade etmiş ve Van’daki temaslarını şu cümleyle bitirmiş: “Türkiye’nin hem Suriyeli sığınmacılara ev sahipliği yapma konusunda hem de sınırları koruma konusundaki büyük çabasını takdirle karşılıyoruz.”

Yukarıdaki iki paragrafta yer verilen iki cümle AB’nin Türkiye’yi hangi konuma oturttuğunu açıkça ifade ediyor. “Ucuza üretmeye devam et ve sınırları koru!”  

AB Komiseri Varhelyi’nin ziyaretine dair basın haberlerini ve kurumsal açıklamaları taradım. Belki rastlayan olmuştur ama örneğin grev hakkı, ifade özgürlüğü, daha da spesifik olarak Tele1’in karartılması, Sansür Yasası ve siyasallaşmış yargıya dair bir cümleye denk gelmedim. 

Bilmiyorum Türkiye’deki maraz AB sevdalıları arasında fark etmeyen kaldı mı ama bunlar AB’nin umurunda değil. Bunları umursamayan Şirketler Avrupası da benim umurumda değil. AB’nin umurumda olmaması ise Avrupa’yı umursamadığım, sırt çevirdiğim anlamına gelmiyor. Türkiye bir Avrupa ülkesi ve birileri nüfus yapısının tümüyle değiştirmeyi başaramaz ise öyle de kalacak.