Hoca sınıra, dikenli tellere, her iki taraftaki çelik silahlara baktı. Emperyalizmin o sınıra yığılmaya zorladığı açlık, soğuk ve şiddetle boğuşan göçmenleri gördü...

Nasrettin Hoca Doğu Avrupa’da

Nasrettin Hoca’yı hepimiz biliriz. Salt Türkiye’de değil, farklı isimlerle de olsa Orta Asya’dan Balkanlar’a uzanan bir coğrafyada kimi özgün, kimi uydurma öyküleri yüzyıllardır anlatılır. Bir kişi midir, birden çok kişinin yaşadıklarının derlemesi midir tam belirlenememiştir. Benim okuduğum en güzel Nasrettin Hoca seçkisi Halkbilimci Pertev Naili Boratav’ın yapıtıdır. Bu topraklarda yaşanan her olay bir Hoca fıkrasını anımsatır. Örnekse bir askeri kantin ekonomistinin yüksek ya da rekabetçi kurla ihracatı artırarak cari açığı kapama ve ekonomiyi düze çıkartma macerası akla Hoca’nın alacaklısına, başkasının koyunlarından elde edeceği yapağıdan kazanacağı parayla borcunu ödeyeceğini iddia ettiği fıkrayı getirir. 

Kimi alanlarda kesin doğrular vardır. Sınıfsallıktan arındırılmış ekonomik tahlillerin gözbağcılıktan öteye geçemeyeceği bunlardan biridir. Kimi alanlarda ise grinin tonları saymakla bitmez. 21. Yüzyılın 21 yılını geride bıraktığımız bu çağda diplomasi de bunlardan biridir. Diplomatik denklemlerde kötü adamları saymak kolaydır ama iyi çocukları bulmakta güçlük çekebilirsiniz.

Aslında yaz sonunda baş gösteren ve geçtiğimiz haftadan itibaren konvansiyonel savaş senaryolarını da içerecek şekilde genişleyen Belarus-Polonya sınır olayları, diplomaside iyi çocuğu veya haklı tarafı bulmanın güçlüğünü gösteren yeni bir örnek olarak karşımızda durmakta.

Şifreli anlatımları bir yana bırakıp karşımızdaki denklemin ana aktörlerini saymakla başlayalım. Başta Polonya ve Belarus. Belarus, bizim çocukluğumuzda ismi Beyaz Rusya olarak bilinen bir Sovyet Cumhuriyetiydi. Esasen Belarus adı tam da bu anlama geliyor. Tarihte Beyaz Rusları Büyük Ekim Devrimi’ne direnen gerici güçler ve bununla bağlantılı olarak İstanbul’a göç edip kentin yeme-içme-eğlenme kültürüne kayda değer katkı yapan insanlar olarak bildiğimizden belki SSCB’nin dağılmasından beri biz de bu ülkeyi ayıp olmasın diye Beyaz Rusya yerine Belarus olarak adlandırıyoruz. 

Ekim ayı başında karaladığım bir yazıda Doğu Avrupa’nın o yöresinde yaşananları aktarmaya çalışmıştım. O yazının esin kaynağı “medeniyet ve refah simgesi” Danimarka’nın Sosyal Demokrat Hükümeti’nin Belarus ve Rusya’dan gelen göçmenleri durdurabilmek için Litvanya’ya birinci kalite dikenli tel hibe etmesiydi. Bu şimdilik bir kenarda dursun, biz aktörlere dönelim.

Sınırda yaşanan çekişmenin diğer doğal aktörleri Rusya ve Polonya’nın üyesi bulunduğu Avrupa Birliği elbette. Bunların arkasından önümüzdeki on yıllarda yaşanacak birçok krizin öznesi olmaya aday göçmenler, onların geldikleri ülkeler ve gelmelerine “yardımcı” olanlar var. Bunların arasında da özellikle Suriye, Irak ve Türkiye öne çıkıyor.

Krizin boyutlarını tam görebilmek için şunları da anımsayalım: Avrupa’ya yönelik göç dalgası son on yılın en yakıcı konularından biri. Yakın zamana dek bu dalganın iki ana rotası güneyde Kuzey Afrika ve özellikle Libya, doğuda ise Türkiye’ydi. Bu iki rota AB’nin her iki tarafta aldığı tedbirlerle kontrol altına alınınca aslında geçmişte de kullanılan ama bölgenin özgün koşulları sebebiyle tali sayılan kuzey rotası öne çıktı. Kuzey rotası dediğimizde Rusya ve Belarus’un AB ülkelerine komşu sınırlarını anlıyoruz.

Bu krizin görünür sebeplerinden biri de Belarus ile AB arasındaki siyasi itiş-kakış. Geçen yıl yapılan seçimlerin yapılış tarzı ve sonuçları  Belarus’ta Ukrayna benzeri bir rejim değişikliği uman ABD ve AB’yi mutlu etmedi. Bunun üzerine Belarus’a yönelik kimi yaptırımlar uygulandı ve yenileri de sırada bekliyor. Belarus’un bir yolcuyu derdest etmek için sivil bir uçağı ülkesine inmeye zorlaması da işin tuzu biberi oldu. 

Polonya’nın iddiası Belarus’un bu yaptırımlar konusunda koz olarak kullanmak üzere göçmenleri bilinçli olarak sınıra yığdığı. Daha birkaç hafta önce Polonya’nın AB hukukunu hiç sayan bir mevzuat değişikliği yapmasına tepki gösteren AB Komisyonu Başkanı Von der Leyen, Belarus’un bu eylemini ise AB’ye karşı bir tür Hibrit (melez) savaş girişimi olarak niteledi. Siyasi pazarlık amacıyla sınıra göçmen yığma ifadesi hepimize bir çağrışım yapmış olsa gerek ama onu da geçelim.

Bu noktada Polonya’yı biraz didikleyesim var öncelikle. “Sen Avrupa’da yobazlığın ve gericiliğin resmini yapabilir misin?” diye birisi sorsa aklıma gelen iki ülkeden biri. Polonya 1989’dan beri her geçen yıl bu özelliğini geliştirdi. AB ve NATO’ya üye olduktan sonra da varlık sebebini Rusya karşıtlığıyla özdeşleştirerek yaşıyor. Hani neredeyse Rusya diye bir ülke olmasa Polonya’ya da gerek kalmayacak. Polonya’nın Rusya konusundaki tutumu Yunanistan burjuvazisinin Türkiye konusundaki tutumunu anımsatmıyor da değil. 

AB’nin göç konusundaki genel tutumunun ahlaki hiçbir yönü olmadığı konusunda en AB’ci arkadaşlarımızın bile bir şüphesi kalmamış olmalı. Ancak AB içinde bir grup ülke bu konuda kraldan da kralcı. Bunlar Visegrad ülkeleri diye bilinen Polonya, Macaristan, Çekya ve Slovakya. Bu ülkelerin burjuvazileri esmer adam görseler silahlarına davranacak ölçüde bağnaz ve ırkçı bir izlenim veriyorlar. AB’nin zaman zaman göç konusunda aldığı en azından söylem düzeyinde insani görünümlü kararları da ya engelliyor, ya da kabul eder görünüp uygulamıyorlar. 

Benim hiç de uzmanı olmadığım bu konuda yüzeysel bir teorim var. Bu ülkelerin burjuvazileri ırkçı ve yobaz içgüdüleriyle değil de başka bir hesapla hareket ediyorlar. AB’nin görece daha zengin ülkelerine yönelik AB dışı göçün kendi ülkelerinde bakmadıkları ve kendileri zenginleşerek yoksullaştırdıkları nüfusun AB içindeki istihdam kapılarını kapatması veya daraltması gibi bir kaygıları var. Bu yüzden de çok yakından tanıdığımız bir başka burjuvazinin temsilcilerinin başvurduğu gibi “sınır namustur, kültürümüz, çanımız, kilisemiz, bayrağımız, sarı saçlarımız, mavi gözlerimiz” goygoyuyla iktidarlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Bu bahsi burada kapatıp sınırın karşısına geçelim.

Belarus’taki Lukaşenko rejimi ise, eski bir amirimin deyimiyle “babamın oğlu” değil. Benim kullanmayı çok sevdiğim bir başka deyimle “uğruna ölünecek Leyla” da değil. Rejimlerinin adını ne koyarlarsa koysunlar bir kere iktidara gelip sonra devretmeyi kabullenmeyen ve kişi kültü üzerine rejim bina edenleri benimsemekte zorluğum var. Belarus’ta sosyalist bir rejim mi var? Bence kesinlikle yok. Olsa olsa paternalizmle süslenmiş bir devlet kapitalizminden söz edebiliriz.  “Lukaşenko meşru bir seçim yaptı mı?” sorusuna yanıtım: Hiç sanmıyorum. Rakipleri kazansaydı ne olurdu sorusuna yanıtım ise “yeni bir Ukrayna” olurdu. Hani neo-nazilerin fink attığı, Nazi savaş suçlularının ulusal kahraman ilân edildiği, Batı emperyalizmini Rusya’ya karşı ateşlemek için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan, Donbass’ta okulları bombalayan  Ukrayna. 

Acaba bütün bu krizde Putin Rusyası’nın payı ne? Olmadığını iddia etmek hiç kolay değil. Özellikle de Rusya ile Belarus arasındaki ilişkilerin özel niteliği ve son olarak imzalanan “Rusya-Belarus Birlik Devleti Mutabakatı”nı düşünürsek Lukaşenko’nun kendi başına takıldığına inanmamız güçleşiyor.

Bu toz duman arasında Suriye, Irak derken, Antalya, Alanya ve domates ihracatından sorumlu Devlet Bakanı’nın “her masada varız” söylemini haklı çıkartacak şekilde Akepe Türkiyesi de ucundan bulaşıverdi meseleye. Masayı bilmem ama akepe Türkiyesi’nin ve o maraz yapının uzantısı haline getirilmiş THY gibi kuruluşların kabak tadı aldığımız her çorbada gereksiz bir baharat gibi ortalığa düşmesini yadırgamıyoruz artık.

En baştan söyleyeyim: THY’nin Ortadoğu’nun kimi havalimanlarından Belarus’a göçmen taşıma işine siyasi bir talimat sonucunda girdiği kanısında değilim. Bununla birlikte karşımıza çıkan tablo “özrü kabahatinden büyük” deyimini anımsatıyor. THY’nin, Belarus’un vize istemediği 3. ülke vatandaşlarını Minsk’e taşımasında geçerli uluslararası havacılık mevzuatına uygun olmayan hiçbir yön yoktu. Belli ki, bu seferler ticari olarak kazançlıydı. Polonya-Belarus sınırındaki kriz derinleşip Polonya gericilerinin parmakları ve AB’ninkiler bence haksız biçimde Ankara’yı gösterince, uluslararası meşruiyet sermayesini tüketmiş olan bir rejimin etekleri tutuştu. Bu kez de belirli ülke vatandaşlarına sizi uçağa almayacağız denilerek AB’nin işlediği insanlık suçuna ortak olmak tercih edildi. Sonuçta da “Eyyy Avrupa!”dan kocaman bir “aferin” alındı. 

İyi de, Nasrettin Hoca’nın bu çirkin hikâyede rolü neydi? Hoca sınıra, dikenli tellere, her iki taraftaki çelik silahlara baktı. İnsanı ve insanlığı imha etmek için hiçbir çılgınlıktan kaçınmayan emperyalizmin o sınıra yığılmaya zorladığı açlık, soğuk ve şiddetle boğuşan göçmenleri gördü. Bu kez 6-7 yüzyıl önce söylediği sözü yinelemek yerine önce sunturlu bir küfür salladı, sonra da “Hepiniz haksızsınız!” dedi.