Danimarka’nın sosyal demokrat hükümeti göçmenleri yıldırmak için Litvanya’ya 'en kesicisinden' 500 km uzunluğunda dikenli tel hibe ettiğini gururla açıklıyor.

Keskin dikenli uygarlık

Bu köşede göç üzerine yazdım daha önce. Gündem içeride ve dışarıda ne kadar hızlı değişirse değişsin aklımın bir köşesinde göç ve göçmenler duruyor. Bir “dünya  lideri” Soçi’ye gidiyor, orada söylenenleri tebellüğ ediyor, S-400’ler F-35’ler havada uçusuyor, üç de yetmez beş tane misali uyduruk ikili işbirliği projeleri sıralanıyor, benim aklım göç ve göçmenlere takılıyor. 

Yeni ve pek sevimli komşumuz Fransa, Yunanistan’la, Yunanlı yetkililerin ifadelerine bakılırsa, “NATO ve AB üyeliği yükümlülüklerinin çok ötesinde” derinlik taşıyan bir savunma işbirliği anlaşması imzalıyor, benim gözümün önüne Midilli açıklarında veya Meriç’in sularında boğulan göçmenler geliyor. 

Uzun sözün kısası ne “Ayşegül Soçi’de veya Roma’da”, ne de “Fransa’nın jeopolitik kuşatmasının şifreleri” temalı diplomatik analiz yapacak değilim bugün. Twitter akışında karşıma çıkan bir haber belirledi konumu.

İlk ne zaman duyduğumu düşünüyorum o zamana dek sadece kimi kuşlara ait olduğunu düşündüğüm göçmen sözcüğünün insanlar için kullanıldığını. Sanırım çocukken, kimi yakınlar  ya da tanıdıklar Almanya’ya gittiklerinde olmalı. Bir de köyden kente göçten söz ediliyordu sıkça. İstanbul’un o zaman uzak sayılan bir semtinde oturduğumuz apartmanın hemen yanındaki gecekondularda yaşayanlarla somutlaşıyor göç kavramı. Çok fazla iz bırakmamış o yaşlarımda. 16 yaşında Fransa’da bir lise öğrencisiyken bu kavramın politik bağlamı ve sınıflandırmalarıyla tanışıyorum ufak ufak. “Göçmenler dışarı!”, “siyasi göçmen”, “ekonomik göçmen” terimleri sıkça çalınıyor kulağıma.

Avrupa’da bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıyım. Aklımı kurcalıyor. Birlikte yaşadığım Fransız aileye soruyorum “Ben göçmen miyim?”. Olmadığımı söylüyorlar zira Türkiye’ye döneceğim tarih ve neredeyse saat bile belli. Oysa o dönemde Fransa’nın Atlantik kıyısında karşılaştığım tek tük Türk veya Kürt öyle değil. Onlar “göçmen”. 12 Eylül’ün 3 yıl sonrası olduğu için kimileri de “siyasi göçmen”. Öyle adlandırılıyorlar. Nantes kentinin merkezinde rastladığım üzerinde Bob Marley’nin resminin bulunduğu üç renkli atkıları satan Senegalli seyyar satıcılar ise “ekonomik göçmen”miş diyorlar.

1983-84 yıllarında deli gözüyle bakılan birkaç kişi dışında henüz kimse “iklim göçü veya göçmeni”nden söz etmiyor. Bir tek Greenpeace’in düzenlediği “Balinaları kurtaralım!” kampanyası var o iklim meselesine ucundan dokunan. Bir de tanıştığım herkes karşı nükleer enerjiye de, Avrupa’ya Cruise ve Pershing füzelerinin konuşlandırılmasına da. Fransa’da Sosyalist Parti (PS) II. Dünya Savaşı sonrası dönemde ilk kez  iktidarda. Hükümette üç de Komünist Partili (PCF) Bakan var. Cumhurbaşkanı Mitterrand. Çekingen de olsa kamulaştırmalar yapılıyor. Daha mutlu bir Fransa ve dünya konusunda umutlar arş seviyesinde. Buna karşılık göçmen düşmanlığı ve bunu bayrak yapan aşırı sağcı “Milli Cephe (FN)” de yükselişte ama marjinal sayılıyor. Arada bir sokaklara dökülüyor Nanteslılar ırkçılığa ve göçmen düşmanlığına karşı. Güle oynaya katılıyorum o yürüyüşlere. Bağıra çağıra sövüyoruz FN lideri faşist Le Pen’e. 

17 yaşında bütün bunlardan çıkardığım ders kabaca, göçmenlere karşı çıkanların faşist, sahip çıkanların ise normal insan oldukları. O sırada ne Marksizm’den haberim var, ne sömürüden, ne de göçmenlerin emek piyasası bakımından ne anlama geldiğinden. Benim o sırada gördüğüm ve tanıştığım Fransızların yanı sıra, benimle aynı kültürel değişim programı (AFS) kapsamında Fransa’da olan Danimarkalı, İtalyan, Polonyalı, İsveçli, İspanyol, Finlandiyalı, Yugoslav, İzlandalı, Romen, Norveçli ve Portekizli Batı Avrupalı gençlerden hiçbiri zengin diye tanımlanacak kadar varlıklı değil ama gelecek kaygısı da taşımıyorlar. Irkçılığı, göçmen düşmanlığını da her şeyden önce “ayıp” sayıyorlar. Sabahlara kadar konuşuyoruz bu konuları. Dünyanın ve kaynaklarının herkese yetecek kadar geniş ve cömert olduğunda hemfikiriz. Kuzeyliler iyice “kan kırmızı”. Afrika’daki açlar için ülkelerinde düzenlenen yardım kampanyalarında gönüllü çalışıyorlar örneğin. Sonradan öğreniyorum buna “aktivizm” dendiğini. Hayranlık uyandırıcı buluyorum yaptıklarını. Büyüyüp iş güç, makam mevki sahibi olunca meselelerin bir çırpıda halledileceğinden kuşkusu yok hiçbirinin. İnsanlığın, hele ki çoğumuzun uygarlığın merkezi olduğuna inandığı Avrupa’nın o gün bulunduğu noktadan daha geriye gidebileceği aklımızın ucundan bile geçmiyor. 

O zaman çoğumuz bunun farkında değiliz, olanlarımız da yüksek sesle söyleme gereği duymuyor ama bu güvenin çok önemli bir dayanağı var. Bugün artık olmayan bir dayanak: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği. Komünist olmayan okurlarım var şimdi bu satırları okurken gülümseyen ve “Yine getirip bağladı…” diye düşünen. Onlar için tek cümlede özetleyeyim. Avrupa burjuvazisi SSCB’nin kitleler üzerindeki etkisinden korktuğu için o gençlerin umutlarını bugünkü gibi tüketmeyi göze alamıyor o zaman.

21. yüzyılın beşte birini bitirdik bile. SSCB yok. 1980’lerde artık tersine akmaz diye düşündüğümüz tarih yeni bir barbarlık çağına dümen kırmış. Barbarlık dediğimiz Taliban veya IŞİD’den ibaret değil. Barbarlık, insanın ve insanlığın umudunu kıran, yaşadığı çevreyi, gezegeni tüketen “rakipsiz” kapitalist sömürü düzeni. Bu yüzden milyonlar yollarda yaşam savaşı veriyorlar. Bu yüzden onların varmaya çalıştıkları yerlerde yaşayan başka milyonlar göçmenler gelirse giderek daraltılan refahlarını ve karartılan gelecek umutlarını tümden yitireceklerinden korkuyorlar. 

Bu yüzden göçmen karşıtlığı ilk bakışta insanlıktan nasibini aldığını sandığınız kitlelerde bile yankı buluyor. Esenyurt’un emekçisi bu yüzden, onun yerine daha kolay ve daha acımasızca sömürebildiği Suriyeli, Afganistanlı ya da Pakistanlı emekçiye iş veren Patrona ve onların düzenine değil, farklı bir dil konuşan göçmen emekçilere düşman edilebiliyor.

Polonya-Belarus sınırında açık arazide yaşam savaşı veren göçmenleri orada tutmak bu yüzden dinci-gerici ve yağmacı Polonya Hükümeti’ne kamuoyu desteği kazandırıyor. Bu yüzden kendisine ilerici diyen CHP’nin Bolu Belediye Başkanı kentin sanayi sitelerinde üç otuz paraya çalıştırılan göçmenlerin kullandıkları suyun bedelini artırmaktan söz edebiliyor.

İnsanlıktan en hızlı uzaklaşma koşusunda benim gördüğüm en çarpıcı atak ise bu hafta Danimarka’nın Sosyal Demokrat Hükümeti’nden geliyor. Danimarka, sınırlarına yığılan göçmenleri yıldırmak için Litvanya’ya 500 kilometre uzunluğunda “birinci kalite, paslanmaz çelikten ve en kesicisinden” dikenli tel hibe ettiğini ve “Litvanya’nın bu sayede AB ve NATO sınırlarını daha iyi koruyacağını” gururla açıklıyor. Litvanya bunları Belarus sınırına çekecek ve bıçak gibi kesilecekmiş göçmen akını. Ürün yüksek kaliteli. Daha önce denenmiş. 2015 yılında “demokrasi ve insan haklarının kalesi” AB ve NATO’nun en az Polonya kadar “seçkin” bir başka üyesinin gerici faşist lideri, Macaristan Başbakanı Orban kullanmış ve “iyi sonuçlar” almış Sırbistan sınırında. Okuduğum haberde öyle yazıyor.

Hastalık derin ve çirkin ama enseyi karartmak yersiz. Aşısı var. Esmer, kumral veya sarışın siyasetçilerin çıktığı bu barbarlığa doğru bayrak yarışını, büyümüş gözler ve çaresiz bakışlarla daha fazla izlemek istemiyorsak, dünyanın emekleriyle geçinmeye çalışan kitlelerinin, insanlığı çürüten Kapitalizmi yeryüzünden silmek için hızla ve kararlılıkla Sosyalizm hedefinde birleşmeleri gerekiyor.