Corea için çok fazla söze hacet yok; kelimenin tam anlamıyla efsane, büyük bir virtüözdü. Bol çeşitli kariyerinde sayısız tarza el atmış, onlara çığır açacak katkılarda bulunmuş benzersiz biriydi.

Çılgın Şapkacı

Koleksiyonumdaki plaklarının sayıca fazlalığını değil, kendisine beslediğim sevgiyi izah edebilmek için söylemeliyim ki, çalışma masamın arkasındaki koca duvarı boydan boya kaplayan çok gözlü plak kütüphanesinin bir gözü sadece Chick Corea plaklarına ait. Her plak seçmeye karşısına dikildiğimde sırtlarını okşadığım o plakları taşıyan göz, 9 Şubat Pazartesi günü hüzne büründü; (yanakları tombul olduğu için teyzesinin taktığı) “Cheeky” lakaplı Amerikalı piyanist Chick Corea 79 yaşında hayata veda etti.  

***

Öğrenciydim, piyanist Chick Corea ile vibrafoncu Gary Burton’ın 1979 tarihli ikili konser plağı “In Concert Zurich”i, Tünel Narmanlı Han’daki Deniz Plakevi’nden harçlık biriktirerek aldığımı dün gibi hatırlarım. Üzerinden çeyrek asra yakın bir zaman geçmişti ki, ikiliyi ancak tıklım tıklım bir kalabalık eşliğinde Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda keyifle izlemiştim. Usta ülkemize en sık ayak basmış cazcılardan biriydi. Ben de İstanbul’daki hiçbir konserini tabi ki kaçırmamıştım. 

2002 yılında yapılan caz festivalinde Corea’nın konseri şiddetli yağmurlu bir güne denk gelmişti. Usta yağmura aldırmadan konsere çıkmış, konser sonrası seti toparlayan rodilere, işleri bitinceye kadar da piyano çalmıştı. Biz de olay mahallini terk etmemiştik haliyle, nasıl olsa eve gidince sıçana döndüğümüz için kapıda donumuza kadar soyunacaktık.

Rüya Takım diye tabir ettiğimiz, Chick Corea Freedom Band adlı bir kadroyla yine Harbiye Açık Hava’ya gelmişti. O konser iki rüya takım olan Almanya ile İspanya’nın maçına denk gelmiş, aramızdan birileri maçı tercih ettiği için gelmemişti. Ancak biz o gece gerçek rüya takımın kim olduğunu iyi anlamıştık; asıl rüya takım Açık Hava’da 100 dakika oynamıştı bizlerle, hem de tek kale...

Piyanonun başında birinci sınıf stand-up’çı gibiydi. Yakın arkadaşı Michael Brecker’ı kaybettiği günlerin ertesinde İstanbul’da verdiği bir konserde bir müzisyeni müzikle uğurlamanın yakışıklılığını öğretircesine çalmıştı. Solo piyano konserini bu kadar şen şakrak bir hale çevirmek, sanatçılığın en katmerli haliydi.

***

Yetmişli yıllardan beri (tanrı inancı temelinde reenkarnasyona inanan, para ve ün ilişkilerinde kuvvetli Amerikan kökenli bir tarikat olan, Tom Cruise, John Travolta, Dustin Hoffman gibi isimlerinde üyesi olduğu) scientology tarikatı üyesiydi. İnançları bir yana zarif bir bünyeye sahipti Corea. Çocuksu bir dünyası, masalsı bir dili vardı. Eleştirmenler onun bu tarafını Schumann ve Mendelssohn’a benzetiyorlardı. Bu yanıyla nahif ve romantikti. “Children Songs” (Çocuk Şarkıları) adlı bir albümü vardı, ayrıca Lewis Carroll’ın Alice in Wonderland (Alice Harikalar Diyarında) eseri üzerine 1978 yılında yapılmış “The Mad Hatter” adlı bir albümü bulunuyordu. O da caz diyarının Çılgın Şapkacısı’ydı. 

Kuşağının tüm mensupları gibi O da swing ve bop müzisyenlerinin etkisi altında yetişmiş; camiaya Miles çevresinden dahil olmuştu, bu döneminde Lennie Tristano etkisindeydi. Altmışlı yılların ikinci yarısında en çok yıldızı parlayan piyanist şüphesiz kendisiydi. 

Corea, Anthony Braxton’ın yanında yaptığı free-caz denemelerinin ardından Return To Forever’ı kurmuş; caz-rock müziğinin temellerini atan isimlerden biri olmuştu. Yetmişli yılların cayır cayır elektrik gitar soloları dinlenen hararetli günlerinde, kendini rock ile caz müziği arasında tarafsız bölgede bulan ve önyargısız hisseden hemen hemen herkesin kulak verdiği toplulukların başında geliyordu Return To Forever. Bugün çalgısının zirvesine çöreklenmiş bazı müzisyenlerin stajyerlik dönemlerinde bu topluluğun adı geçiyordu. Hatta bu topluluğun içinden geçen müzisyenlerin pek çoğu ilk albümlerini bu süreçte çıkarmıştı. Ancak projenin mülkiyeti Corea’ya, vekâleti de basçı Stanley Clarke’a aitti. Corea burada caz-rock ile elektronik aletlere dayalı bir deneysellik sergilemiş, ancak maalesef birtakım muhafazakarların hışmına uğramıştı, tıpkı yakın arkadaşı Herbie Hancock gibi...

***

Cin gibi zeki, son derece sempatikti ve doğal yetenekti. Doğal yetenekti ama çalışmayı hiç ihmal etmezdi. Bir söyleşide başarısını neye borçlu olduğu sorulduğunda: “Ben günde 18 saat çalıştım, siz de 20 saat çalışın ve beni geçin” demişti. Efsane olan az sayıdaki beyaz caz piyanistinden biriydi. İmzası gibiydi; sol el tuşeleri ve sol el aranjmanları benzersizdi. Klasik müzik, salsa ve cazı ustaca buluşturmuş; Brezilya ve Yoruba unsurlarını caza katmıştı. Latin ve Akdeniz müziğini de ardı sıra caz potaya sokmuş ilk müzisyen oydu. 

Aslında Corea için çok fazla söze hacet yok; kelimenin tam anlamıyla efsane, büyük bir virtüözdü. Bol çeşitli kariyerinde sayısız tarza el atmış, el ettiği tarzın klişeleriyle yetinmemiş, onlara çığır açacak katkılarda bulunmuş benzersiz biriydi. 

Her ne koşulda olursa olsun her konserinde fotoğrafında aşina olduğumuz, sanki hiç kaybolmayacak sandığımız yüzündeki o ışıklı gülümsemesi, Chick Corea plaklarını taşıyan o gözde bir hatıra oldu şimdi...

Murat Beşer ([email protected])