Türkiye de, dünya da seçeneksiz değil. 'Yapamayız, yaptırmazlar!' diyenlere kulak asmayın. Yaparız. Biz yaptığımız gibi, başka emekçi halklara da yapılabileceğini gösteririz.

2022’ye girerken iktisat konusunda basit düşünceler

Yeni yıla muhteşem bir giriş yaptık. Evet, yaşantımızın temel girdilerine yapılan zamlardan söz ediyorum. Elektriğe gelen üç haneli zam oranı Cumhuriyet tarihinin rekoruymuş söylendiğine göre. Mümkündür. Cumhuriyeti bitirenlerin bunları da yapmaları olağandır. Akaryakıt, doğalgaz, ulaşım ücretleri ve karayolları haraçlarındaki artışa da şaşırmamamız gerekir. 

Akepe rejiminin bu yola gitmesi kaçınılmazdı. Üç-buçuk iktisatçılığımla ben bile Türkiye’de çoktandır ortalama ücret haline gelen asgari ücretin vergi dışı bırakılmasının önemli bir maliyeti olacağını ve bu maliyetin dolaylı vergilerle telafi edileceğini tahmin etmiştim. 

Kapitalizmin en sevdiği vergi tipidir dolaylı vergi. Zenginden de yoksuldan da aynı miktarda alındığı için gelir dağılımındaki dengesizliğe dokunmaz çünkü. Burjuvazi gelir vergisini sevmez, servet vergisinin ismi bile ürkütür. En ideali Katma Değer, Özel Tüketim gibi dolaylı vergilerdir. Bunlarla Hazine’nin kasası dolar, dolan kasanın içeriği sermayeye aktarılır.

Gelir vergisi şeklen uygulandığında bile vergi dilimleri öyle bir ayarlanır ki, evine ayda 3 bin lira giren bile bir süre sonra 30 bin lira girenle aynı vergi oranına tabi olur. Kaldı ki ayda örneğin 3 veya 30 milyon kazancı olanların vergi borçları her ne hikmetse düzenli olarak affedilir. Bunları zaten biliyoruz. Bilmekte bir sakınca yok da, maalesef doğa yasasıymış gibi kabulleniyoruz. 

Diyorlar ki, sermaye böyle birikir. Birikir, birikir, ülkeyi kalkındırır. Nasıl mı? Müteşebbislerin büyüyen serveti bir süre sonra tamamı dolan sürahi gibi taşar ve aşağıya doğru akmaya başlar. Bu akan servetin küçük damlaları toplumun emekçi bireylerini de ıslatmaya başlar. Böylelikle bir süre sonra bütün toplum ıslanmış yani zenginleşmiş olur, memleket kalkınır. Bu noktada Aziz Nesin’in bir öyküsü geliyor aklıma: “Her şeyin esası mantık”.

Akepe Türkiyesi’nde bu birikimin nasıl gerçekleştiğini hızlandırılmış ve büyütülmüş bir ölçekte görme imkanına sahibiz. Öyle ya, Başkanlık sistemi: Hızlı, etkin, sonuç odaklı… Birilerinin üfürdüğü gibi bu iş öyle beşli çete, maskeli yediler, dokuz biraderlerle filan sınırlı değil. Çalışanların ürettiği değerin Koç’un, Sabancı’nın ve bütün bir sermaye sınıfının sürahilerini doldurmak için kullanılmasından söz ediyoruz. O sürahi bir dolsa belki emekçiler de ıslanacak. Öyle diyorlar. Gel gör ki, sürahilerin bağlı oldukları kanalizasyondan akıp uluslararası sermayenin ölçüsüzce kümelendiği ve burjuvazinin süper yatlarını yüzdürdüğü geniş ve derin bir foseptiğe gidiyor emeklerin karşılığı. 

Biz ise ismi de, tipi de Fred Çakmaktaş’a benzeyen parlak holding profesörlerinin “sistemin daha iyi işletilmesine, piyasa kurallarına uyulmasına, Merkez Bankası’nın bağımsızlığın korunmasına, gelir dağılımının tedricen düzeltilmesine” dair palavralarını dinliyoruz birkaç damlanın da kuruyan dudaklarımıza düşmesini beklerken. Düşmüyor ama. Düşmeyecek de. 

Gölgesini satamadığı ağacı kesip kerestesini IKEA’ya pazarlayan kapitalizmden insaf ve merhamet umuyoruz. Örnek istiyorsanız, bıraktım Türkiye’nin önce yakılıp sonra talan edilen ormanlarını, Avrupa’nın en eski ormanını yağmalayan Polonya veya benzer bir sürecin yaşadığı Romanya’da yaşananlara bakabilirsiniz. Her ikisinin de kurtarıcı sanmamız için sabah akşam kafamızı ütüledikleri Avrupa Birliği’nin üyesi olduklarını da ekleyelim. 

Asgari ücreti günlerce, aylarca tartışıyoruz da aklımıza azami kârı tartışmak gelmiyor her nedense. Kâr maksimizasyonunu tek hedef belirleyen bir sistemde asgari ücretin hiçbir seviyesinin sömürüyü azaltma anlamına gelmeyeceğini unutuyoruz. Başka bir deyişle kârın var olduğu bir düzenin ancak sömürüyle ayakta durabileceği gerçeğini görmezden geliyoruz.

Dünyada gerçekten siyah ve beyaz kadar keskin ayrımların bulunmadığına, hayatın gerçeklerinin ezici çoğunluğunun grinin tonlarıyla tarife daha müsait olduğuna inanan benim için bile net bir ayrım bu. Gece ve gündüz, katı ve sıvı, somut ve soyut gibi net. Kâr varsa sömürü var. Kâr varsa enflasyon var. Kâr varsa işsizlik var. Kapitalizm varsa insanlık yok, barbarlık var.

Yeni yıla ağzımızda acı bir tatla başlamamıza neden olan elektrik zammına bu netlikle bakarsak daha kolay görebileceğiz ülkeyi derebeylikler misali parsellemiş elektrik dağıtım şirketleri tarafından nasıl soyulduğumuzu. O şirketlerin kâr hırsı yüzünden neden çocukların öldüğünü. Soluduğumuz hava kadar doğal bir hak olan elektriğin, internetin, suyun fiyatını değil, neden ve ne hakla fiyatlandırıldığını, alınıp satıldığını dert etmemiz gerekiyor öncelikle.  

Canımız yanıyor. Değil ay sonunu, günün sonunu nasıl getireceğini düşünen milyonlarız. Öylesine bunaldık ki, Akepe giderse mutlaka daha iyi olur, nefes alırız diye düşünmekten alamıyoruz kendimizi. O kadronun bir benzerinin Cumhuriyet tarihinde görülmediği de, yönetme şeklinin bundan daha kötüsü olamaz diye düşündürdüğü de doğru. 

Bununla birlikte, insan olmaktan kaynaklanan haklarımızın fiyat etiketleriyle kirletilmeyeceğinin güvencesini vermeyenlere, “Allah’ın izniyle” iktidara geldiklerinde özel sektörün ekonominin itici gücü olacağını söyleyenlere, Akepenin “iyi tarafları”nı bize muhalefet diye yutturmaya kalkışanlara bel bağlarsak, emekçi halkın sömürülmesinin belki biraz daha az küfür ve hakaret işiterek, biraz daha “güleryüzle” ama aynı şiddetle devam edeceği de en az o kadar doğru.

Türkiye de, dünya da seçeneksiz değil. “Yapamayız, yaptırmazlar!” diyenlere kulak asmayın. Yaparız. Biz yaptığımız gibi, başka emekçi halklara da yapılabileceğini gösteririz. Bunun için ileri güçlerin el ele vermesi yeterli değil ama gerekli önkoşul.   Sol Parti, EMEP ve TKP’nin ortak bildirisine bir daha göz atın.  Umudunuz serpilsin.

Örgütlenin ve örgütleyin ki, sömürü ile sömürü arasına sıkışıp kalmasın hayatlarımız. 

Sömürüsüz, kamucu, laik ve anti-emperyalist bir Türkiye acil, zorunlu ve mümkün.