Koronayı da atlatır mıydı? Belki. Ama çok sıkılmıştı artık yaşamaktan. -"Bu kadar uzun yaşamak da zor be oğlum!" demişti yakınlarda bir zaman. Sadece kolay ve sıkıntısız bir veda istiyordu artık.

1926

Doğduğunda bir çarığı var mıydı? Ya da bir giysisi? Sıkı sıkı sarıldığı kundak dışında? Muhtemelen uzun zaman olmadı hiçbiri. Doğduğu kerpiç evin kiremitten bir çatısı da yoktu muhtemelen. Saz, saman karışımı bir örtü, belki, vardı. Önceki onlarca kuşağın içinde yaşadığı kerpiç evlerden hemen hemen hiç farkı olmayan bir evdi muhtemelen o ev de. Sonradan, gençliğinin başında kendi evini yapacaktı. Kendi elleriyle. 

Dünyaya geldiği topraklarda neredeyse bir yüzyıl boyunca bir imparatorluk can çekişmiş, can çekişirken sarayı ve çevresini idare etme derdi dışında köylü yoksul halkına pek bir şey vermemiş ve vadesini doldurduktan sonra da yerini genç bir cumhuriyete bırakmıştı.

İşte öyle bir çağa doğmuştu ve yüzyıllardır neredeyse yerinde sayan yaşam, o yaşamı ortaya çıkarma yolları ömrü boyunca baş döndürücü bir hızla değişecekti. Bir fırtına gibi. Ve hayatına da bu dinmeyen fırtınanın farklı uğrakları, gelgitleri, sesleri ve ara sıra yürek dinlendiren anları yön verecekti.

Çocukluğunda ise hayat neredeyse sadece mevsimlerden ibaret olacaktı. Mevsimler ise topraktan ve havadan. Yağmur, serinlik ve bereket beklentisiyle geçen günlerdi o günler, o yıllar… 

O yıllarda, dünya değişim sancıları içindeydi ve o değişimin izleri yaşadığı köye kadar ulaşmıştı. Mesela bir okul açılmıştı köye. Ve bir öğretmen gelmişti o okula. Üç yıl okuyacaktı o okulda. O zaman ilkokul dediğin o kadarcık olduğu için. 1935’te ilkokul diploması alacak ve aldığı diplomayı da hayatı boyunca saklayacaktı.

Ama aynı yıl, yani 1935’te, yaklaşık altı ay içinde, o çocuk hayatında kendisinden büyük olarak yer alan tüm erkekleri kaybedecekti. Önce babasını, sonra dedesini ve en sonunda da abisini. Geriye hayatı boyunca sevgiyle anacağı annesi ve Çallı ninesi kalacaktı. Hayatın ortasında, o bozkır dünyanın içinde neredeyse tek başına kalacaktı 1935’te. Daha çocuk olduğunu bile bilmediği o ilk günlerde. Birkaç ay içinde büyüyüverdiği günlerde...

Babasını, sonradan, hep kamburu çıkmış birisi olarak anlatacaktı. 1921’den kalmaydı o kambur. Köye gelen Yunan inzibatlarından. Köyün hemen ardındaki tepelerde, dağlarda saklanan isyancılara devriyelerin gelişini haber verdiğini düşündükleri için orada, kendi tarlasında feci dövmüştü Yunan babasını. Hikâye böyle anlatılacaktı, 100 yıl sonra bile. İşte o dayaktan, falakadan, işkenceden kalan maraz ile yaşamış birisiydi babası ve yine kendinden sonraki kuşaklara aktardığı hikâyeye göre o maraza bağlı olarak ilk O eksilecekti hayatından.

Sonra tarlada işlenirken düşen dedesi... Bir hafta kadar evde yatacak ve sonra da hayata veda ediverecekti o altı ayın içinde.

Ve abisi….

Gelin alayı! Ah, o gelin alayı! Onu şu dünyada hem yetim hem de abisiz, kardeşsiz bırakacaktı o gelin alayı! Dedesi de göçtükten, sadece ve sadece on gün sonra... Evlerinin önünden geçerken sıkılan kurşunlar kendinden sadece üç yaş büyük abisini de alıp götürecekti.

Sonrasında kendi dünyasının tek sahibi olarak kalacaktı. Tek efendisi, tek işçisi, tek rençberi olacaktı o dünyanın. Annesi ve ninesiyle birlikte. Daha o yıl çıkan soyadı kanunu için mesela okula gidip O çekecekti torbadan ailesinin soyadını. Ona kalacaktı! Öğretmeninin çektiği soyadı için “tam denk geldi” dediğini anlatacaktı yıllarca.

Akıllıydı, gürbüz ve güçlüydü. Çekinirdi etrafındakiler öfkesinden ama kurtlar ve çakallar aleminde yine de tek başına yol alması gerekecekti. Ve de erkenden büyümesi... Çabucak... 

Çabucak evlenecek, çabucak evlenmek için yaşını büyüttürecek, yaşını büyüttürdüğü için de ilk çocuğu daha 40 günlükken gidecekti askere. Dört yıl. Gelibolu’ya… Yılda sadece bir kez, o da on beş günlüğüne gelerek. Ve mecbur, geri dönerek.

Çok askerlik anısı olacaktı. Mesela uzun yıllar boyunca, yokuştan aşağı hızlıca indirdiği koca askeri kamyonu nasıl devirdiğini anlatacaktı. Ama komutanının kendisini ne kadar da çok sevdiğini belirterek. Sonra vücudunda yine askerden kalma küçük saçma parçalarını gösterecekti yıllarca. Birisi gözünün hemen üstünde, gür kaşlarının altındaydı. Bir diğeri kalbinin hemen altında, kaburgasının üstündeydi. Bir diğeri sırtında ve bir diğeri de bacağındaydı. “Sağdıçlar, iyi bilir beni” diye anacaktı askerlik arkadaşlarını. Yıllarca muhabbeti sürecekti o arkadaşlarla.

Askerden döndüğünde ilk oğlu dört yaşını bitirmiş ve ikinci oğlu da kundaktan yeni çıkmış olacaktı. Ve hayat eşine, ona bir oğlan ve bir kız çocuğu daha verecekti. Hiç öyle düşünmeyecekti ama hayatından erkenden çıkan üç büyüğü için üç oğul düşecekti ömrüne. Ve hayatın çetinliği için de bir kız çocuğu… Belki de onlarla olan tüm sıkıntılarına, dertlerine, didişmelerine de bilinçli ya da bilinçsiz olarak, hayatına yön veren o erken kaybın yerine geçmeleri neden olacaktı. Ve o erken kaybın mührünü taşıyacaktı babalığı da.

Askerden sonra hayatı askerden önce olduğu gibi toprakla, soğukla ve geçim derdiyle geçecekti. Teperotu derdi havuca. Anadolu bozkırının dayanıklı bitkisi. Biraz buğday, biraz bostan, az nohut ve bolca teperotu. Onları annesi ve eşiyle ekerek, biçerek neredeyse baştan bir daha kuracaktı ailesini. Topraktan ekip biçerek çıkardıklarıyla yeni bir ev yapacaklardı köyün aşağısına. Bu sefer kiremitten bir çatısı da olacaktı evin. Altında üç göz oda, uzunca bir avlu, asmalar ve bir ocak ve bir tel dolap. Ve hayvanlar için de bir ahır. 

Ve hemen ardında da bol meyveli bir bahçe. Kiraz, erik, elma ve ayva. Her bahar çiçekler açacaktı o evde. Yıllarca, mevsimlerce.

Tam 35 yıl öyle geçecekti. Çocukları o evde büyüyecekti. O evden gideceklerdi okula. Karda, yağmurda, şehre kadar o evden yürüyeceklerdi. Ortaokula, liseye. Üç buçuk kilometre. O evden uğurlayacaktı bir oğlunu öğretmen okuluna ve bir oğlunu da bir diğer şehre. O evde evleneceklerdi tüm çocukları. O evde kavgalar edilecekti ve o evde geçirilecekti çeşitli sıkıntılar, mutluluklar, dertler ve de tasalar. Sonra torunlar koşturmaya başlayacaktı o evin avlusunda. Asmalarından üzümleri torunlar koparacaktı artık. Mırıltılı öğle uykusuna kıvrılan kedileri torunları sevecekti kucaklarında.

Çocuklarına zor bir baba, torunlarına ise hikâyesi bol, sevimli bir dede olacaktı o evde. O evde vedalaşacaktı annesiyle. Yıllar yıllar sonra bir fotoğrafını bulup çerçeveletecekti annesinin ve asacaktı başucuna. Yasını ancak o zaman mı bitirmişti ki? Ya bitiremedikleri? Onlar hep kalacaktı.

Herkes kadar Birinci sigarası içecek ve toprakla geçinen birçok insan gibi düşüncesi, hayat görüşü de toprakla yoğrulacaktı. Siyasette adaleti, demokrat olanı, anavatanı ve doğru yolu sevecekti. Bir beklentisi olduğu için değil. Partizanlığından hiç değil. Aklına öyle yattığı için.

Ama mesela hiç de farkında olmadan ilerlemeden yana olacaktı. Mesela çok sevdiği Özal’ın seçim broşürlerinden kırpıp duvarına iliştirdiği F-16’lar güç, kudret ve övünçten önce ilerlemenin, düze çıkmanın, gelişmenin simgeleri olacaktı. Bomba taşımanın değil. Ölümün hiç değil. Ayrı bir hikayesi olacaktı o tür sembollerin.

Tam da o yıllarda zaten köyünden çıkıp şehre taşınacaktı eşiyle. Tam 56 yıl sonra. Yanında daktilosunu, radyosunu, saat başı dinlediği ajans haberlerini ve ara sıra keyiflenerek ara sıra da iç geçirerek eşlik ettiği türküleri taşıyacaktı.

Daktilosu… 

Uzak bir yeğeni vardı, Hollanda’da çalışan. Ona bir daktilo getirtmişti. Turuncu Olympia. Dilekçelerini kendisi yazmak için. Meraklıydı bu tür küçük kolaylıklara, değişikliklere, gelişmişliklere. Şeridini mürekkepleyip mürekkepleyip yeniden kullanacaktı o daktiloyu. Yıllarca. Ta ki günün birinde artık işi kalmayıp da torununa bırakıncaya kadar. 

Ve çiçeklerini de taşıyacaktı şehirdeki yeni eve. Küpeli çiçeklerini, fesleğenlerini, sardunyalarını ve diğerlerini. Eşiyle birlikte bu yeni evde kocayacaklardı ama çiçekleri hep genç kalacaktı. Yıllarca.

Ve o evden uğurlayacaktı yeşil gözlü, ufak tefek eşini. Acısı ve tatlısıyla birlikte geçen 75 yılın sonunda, kendinden önce.

Dünyayı hiç gezmeyecekti. Yaşadığı ülkeyi çok gezmeyecekti. Penceresinden görünen küçük bahçeye bakıp hep şehrin en güzel yerinde yaşadığını düşünecek ve bunu her yeni günde ilk kez keşfediyormuş gibi sevinerek yeniden söyleyecekti. 

O pencereden çok uzaklaşmayacak ama duvarlarında asılı haritaları olacaktı. Dünya haritası, ülkesinin haritası, iller haritası. Siyasi, fiziki. Çeşit çeşit. Kocaman, büyük ve küçük. Katlanan ve açılan. Dünyaya meraklı ve hayata hevesli olacaktı. Nerede, ne var, neler oluyor, hep takip edecekti. Üzüntüleri olacak ama mesela hiç bungun olmayacaktı. Öyle çok paralı falan olmayacak ama düzgün ve temiz giyinmeyi mesela hep önemseyecekti. Ve kendine bakmayı da…

Mesela Hollanda’daki yeğenine yine, tıraş makinesi getirtecekti. Ve her sabah tıraş olacaktı o makineyle. 60’ında, 70’inde, 80’inde, 90’ında ve tekleyen kalbi için hastaneye götürüleceği son gününün sabahında da. Düzgün olmayı, düzgün görünmeyi önemseyecekti. Hayata zorlu başladığı için belki. Belki de yaşamayı ciddiye aldığından.

Birkaç kez hasta olacak, birkaç kez ameliyat olacak ama bedeni öyle çok dertli bir hastalık olmaksızın yaşlanacaktı. Sadece iyice yaş aldıktan sonra kalbine bir pil takılması gerekecekti. Kalbinin bozulan ritmini kendisi keşfedecek ve onca yaşına rağmen oturup kalp pili nedir, neden takılır, nasıl çalışır diye soracak, araştıracak, yine kendi başına öğrenecekti.

Koronayı da atlatır mıydı? Belki. Ama çok sıkılmıştı artık yaşamaktan. “Bu kadar uzun yaşamak da zor be oğlum!” demişti yakınlarda bir zaman. Sadece kolay ve sıkıntısız bir veda istiyordu artık. Hepsi bu. Uzun, upuzun bir hayatı olmuştu. Nerede ve nasıl başlamıştı, nerede ve nasıl bitmek üzereydi. İyi biliyordu. Öyle uzamsal bir zihni vardı, kendi hikayesiyle yoğrulan.

İşte 1926’da başlayan hayatı en sonunda, çok da sıkıntı vermeden tamamlandı. Elleri gibi büyük ve güçlü yüreği artık çarpmayı bıraktı. Geçen haftasonu.

Tam da istediği gibi. Kolay ve sıkıntısız.
 
Hoşçakal Mehmet Binbay.
 
Seni hep güzel anılarımızla hatırlayacağım ve her zaman özleyeceğim. Kalbim çarptığı sürece.