Piyasa hekimlere değer vermeyecek! Veremez de… Açık ve net. Bu değeri verebilecek tek bir yer var: emekçi halkın heyecanı, mücadelesi ve yüzyıllık beklentisi! Başka bir yer değil.

14 Mart, gitmek, kalmak ve…

Bir zamanlar “halkçılık” vardı. Ulvi, yüce, belki abartılıydı ama insanı çekip çeviren bir yanı vardı… İnsana kişilik veren…. O gitti, yerine öylesi bir adanmışlık gelmedi, gelemedi. İnsanlık kendini bir duygu çölünde buldu, halkçılık ve içerdikleri gidince.

Hani diyeceğim ki aslında sol, sosyalizm gitti; hayatın da tüm renkleri soldu. En başta adanmışlıklar olmak üzere… En başta da kırmızının çeşitli tonları olmak üzere.

Zaten her yerde bu solma hali yok mu? Tam da şu günlerde! Mesela Avrupa’da? Yakıp yıkılan Ukrayna sokaklarında, bir saçmalığa yuvarlanan Rusya’da! Sol bitti ve hayata, tarihe tadını, ruhunu, heyecanını veren her ne varsa onlar da solup gitti.

Şimdi bir ölüyü diriltmek için çırpınıyoruz belki de. Hayaletlerle yaşıyoruz! Bizzat kendimizin hayalete dönüştüğünü, dönüşmek üzere olduğumuzu bile fark etmeden.

Hayatın birçok rengi için geçerli bu solsuz solma hali.

Sağlık, hekimlik ve tıp da dâhil…

Sosyalizm, sosyalizm mücadelesi bitti, bitirildi ve geriye dizginlenemez bir piyasa iştahı kaldı. Her şeyi ama her şeyi silip süpürdü o iştah. Her şeyi dönüştürdü! Önlüğü mesela… Stetoskopu, hekimi, hastayı, tıbbi bakışı… Katı olan, her ne varsa, buharlaşmayı da geçtim, silinip gitti o hır gür içinde!

Kendini yıllarca tek bir köye adamış doktoru hatırlayan var mı bugün? Kendini birkaç öğrencisine adayan, tüm meslek yaşamını aslında o bir iki öğrenciyi arayarak geçiren öğretmeni hatırlayan var mı? Nereye gitti o insanlar?

Sermaye ve onun göz boyacı iştahı tüm insanî değerlerimizi öğütüp geçti.

Sevinçle ve de zafer nidaları eşliğinde.

Ve alkış tuttu milyonlarca emekçi de buna! İdeolojik bir yanılsama içinde.

Berlin duvarının altında en başta eşitlik kaldı. Özgürlük o enkazdan sağ çıkamadı! Kardeşlik de mâlum: kim kimi boğazlayabilirseye dönüştü her şey! Göçmen, mülteci kılığında… Piyasacı bir coşkuyla yıkılan o duvarın altından, pis bir kelime biliyorum ama, kalleşlik çıktı; kalleşlik… Başka bir şey değil.

Şimdi, yeniden geldik hayaletleri geri çağırma zamanına! Solu, sosyalizmi, yitip giden ruhumuzu aramaya…

Sağlıkta da… Tıp dünyasında da…

Dünyanın başka yerinde de hekimliğin böylesi bir toplumsal yeri, anlamı var mıdır bilemiyorum. Başka ülkelerin doktora, hekime yakılmış türküleri, şarkıları var mıdır, onu da bilmiyorum! Bildiğim bu topraklarda insanların, emekçi insanların, garibanların, yoksulların doktorlardan hep beklediği, beklediği ve beklediği…

Neyi?

Ezilmişlikleri ile onları ezen düzen arasına hekimin, doktorun girmesini, perde olmasını… Olmalarını, olmamızı…

Biz hekimler, bazen perde olmuşuz da! 14 Mart oradan çıkmış mesela…

“Doğruysa eğer” genç bir hekim kuşağı yitip gitmiş 14 Mart’ta, Çanakkale Savaşı’nda… Ve oralardan bizlere devrolmuş bu buruk kutlama. Ve hatta şimdi, tüm şu piyasacılığın ortasında, aslında bir kutlama yapmak da ne saçma!

Şu ülkede milliyetçi hamaset o kadar başıboş ki! Şu 14 Mart tarihini, içinde barındırdığı gözü kapalı adanmışlığı ve de karşılığı beklenmeyen yitip gitmeyi bile içimize sine sine, insani biçimde hatırlayamıyoruz. Mutlaka her şeyin içini boşaltan bir yüceltme giriyor geçmiş ile bugünün arasına! Ve insan sormadan edemiyor: mademki hekimlik yurt sevgisi, vatan sevgisi, insan sevgisi demek, bugünkü piyasa ne iş yapıyor aramızda? Devasa hastaneler, holdingler, turizmler falan filan… Onlar da ne oluyor?

Ve esas bizlere ne oluyor?

Tarih ile bugün arasında bir boşluk var ve o boşluğu abartılı bir meslek yüceltmesi, gereksiz bir milliyetçilik vs. dolduruyor. 14 Mart en içten halinde bile düzenin hanesine yazılıveriyor. Hekimlik, emekçi halkın istekleriyle bir türlü buluşamıyor.

Ve ne hekim farkında bunun ne de emekçi halk…

Emekçi halkımızın hanesine ise kendi altını oyan, ama hep oyan, yarım bir sevinç kalıyor: Hekimlerden karşılıksız bir beklenti ve o beklentinin bir gün, belki karşılanması umudu! Koruyucu, kollayıcı, şefkatli ve sıcak…

O kadarcık bir sevinç bu, 14 Mart! Başka bir şey değil!

60’lar, 70’ler olmasa hekimlik ile halk arasında böylesi bir köprü bugüne kalır mıydı ondan da emin değilim. Her şeye rağmen “halkçı” bir hekim aurası vardı bu topraklarda. Öyle bir beklenti, öyle bir umut… Solcu, sosyalist… Düzen ile emekçi arasında girecek; hem de can siperane… Tam da Çanakkale’deki gibi.

Sonra?

Sonra sosyalizm bitti, sol gitti… Halkçılık da bitti. Geriye, hekimliği de içine alıp yutan bir dönüşüm kaldı.

Sağlıkta, ülkede ve de tabii ki dünyada dönüşüm… Kapitalist zafer! Emperyalist yağma!

Dönüşüm tatlı oldu. Ağdalı… Bol soslu…

Ama ne yazık ki çok da uzun sürmedi sürecin ağdasının bayatlaması.

Sermaye hep daha çoğunu istedi. Hep…

Hasta kılığındaki emekçi halktan, doktor kılığındaki emekçiden… Sermaye hep daha fazlasını istedi. Hep!

Ama sermayenin bu dizginlenemeyecek iştahı yeni kuşak hekimlerde öfkeye dönüştü: Şimdilerde nereye varacağı bilinemeyen bir öfkeye.

Nereye varacağını bilinemeyen diyorum çünkü öfkesinden korkan bir öfke bu! Şöyle ki…

Tamam… Sola herkes öfkeli: Sol, yeterince sol olmadığı için. Bunun en hissedilir olduğu alanlardan birisi de sağlık. Çünkü yaşamak işe ilgili…

Ama sola yönelik öfke ve kuşku, siyasetsiz bir hekim hareketine de dönüşüverdi. Ortaya belki de kimsenin beklemediği bir enerji çıktı: Çeşit çeşit sendikalar şeklinde. Tepkisel meslek ideolojisinin önplanda olduğu, kamunun, halkçı adanmışlığın değil maaş, konum sorgusunun önplana çıktığı, zaman zaman hekim üstünlüğüne varan ve özellikle sosyal medyada ortalığı karıştıran bir enerji…

Ve belki de en önemlisi “özel sektöre” hiç dokunmayan, sağlık-kâr ilişkisini pek de sorgulamayan bir enerji ortaya çıktı.

Şimdi herkes soruyor: hekimlerdeki bu arayış, öfke, enerji nereye gider? Sağlam bir sendikal mücadeleye mi mesela?

Biliyorsunuz, günümüzde artık sendika demek köşebaşını tutmak demek: sürekli kesilen aidatlar sayesinde ortaya çıkan devasa bir meblağ demek. Ve bunun sendika yöneticisine ev, lojman, araba ve hatta solda da örneğini bol bol gördüğümüz üzere milletvekilliği olarak dönmesi demek.

Yani artık ortada mücadele değil varolan enerjinin bir güzel paraya, mevkiye tedavül edilmesi var.

Günümüzde sendikacılık, hele de suyun başını tutabilirseniz, şahane!

Sol gitti, böyle oldu.

Böyle oldu ama sadece bunu söylersek işin kolayına kaçmış oluruz. Çünkü sayıları her geçen gün artan genç hekimler öfkeli, tepkili… Kafaları da karışık.

Ve bu ülkenin tarihinde hekimlikle halkçılık arasında eksik kalmış bir bağ var. Kapanmamış bir daire, yara…

Yüzbinleri bulan genç hekimlerin kafası karışık ve soldan da uzak durmak istiyorlar. Ya da en azından sol diye bildikleri şeylerin işlerine çok da karışmamasını istiyorlar. Temiz ve kılçıksız bir müzakere masası hayal ediyorlar. Düzen, devlet ve kendileri arasında.

Tamam, haklılar: solculuk olarak bildikleri… Ne yazık ki başka şeyler!

Ama haksızlar!

Haksızlar çünkü ellerini taşın altına henüz koymadılar. Mücadele öyle tweet atmakla olmuyor. Olmaz da zaten! Ellerini taşın altına koyar gibi yaptıklarında dahi canları hiç yanmasın istediler. Canları yananları ise uzaktan izlemekle yetindiler. Mahallenin delisi muamelesi yaptılar.

Olmaz!

Olmaz çünkü, yakında sayıları 200.000’i bulacak olan bu genç hekim toplamının tepkisel ve soldan uzak bir meslekçilik savunmasına sıkışıp kalmasına yine fellik fellik kaçtıkları sınıf engel olabilir. Başka yolu yok.

O sınıf adlı adınca işçi sınıfı!

Ve de mücadelesi. Adlı adınca…. Sosyalizm.

Gerisi ise ortaya çıkardıkları enerjiyi öyle ya da böyle soğuracak yeni isimler, sendikalar, hayali beklentiler, içi boş meslek yüceltmeleri olur.

Evet, sağlıkta dönüşümle birlikte hekim kimliği de dönüştü.

Dönüşümün başında, 2000lerin ortasında, halen çok da haklı olan, ama süreci biraz ıskalayan bir sloganımız vardı bizim: Sağlıkta kâr önlükte kir!

Haklıydık: Aradan geçen zamanda piyasa, halkçı hekimlik de dâhil olmak üzere, her şeyi öğüttü attı. Ama naifmişiz: Biz önlüğün hep kalacağını düşünmüşüz. Dönüşüm önlüğü de aldı götürdü. Öyle olunca kirin görüneceği beyaz bir zemin de kalmadı.

Şimdi herkes bu süreci değersizleşme olarak yaşıyor ve bireysel çözümler arıyor: Daha değerli hissedebileceği bir ülkeye gitmek gibi.

Eyvallah!

Eyvallah ama biz kalanlar ne yapacağız? Tüm bunları yutup meslek histerimize mi kapılacağız?

Değersizlik tam da kapitalizmden kaynaklanıyor mu?

Olan bitene ve hatta olup bitmiş olana gözümüzü mü kapatacağız?

Nereye kadar?

Şurası açık ki: Piyasa hekimlere değer vermeyecek! Veremez de…

Hekimin aradığı tarihsel ve toplumsal değeri verebilecek tek bir yer var: Emekçi halkın heyecanı, mücadelesi ve yüzyıllık beklentisi! Başka bir yer değil…

Gerisi sadece kandırmaca olur. Başka bir şey değil!

Hem zaten bir zamanlar ne demiştik? Okumuş insanların emekçi halka karşı sorumluğu vardır!

Güzel ve halen geçerli; ama…

Eksik söylemişiz: Emekçi halkın da okumuş insanlara karşı onları dinlemek, izlemek gibi bir sorumluğu var…

Olmalı…

İşte o zaman burada, bu topraklarda kalmanın bir anlamı olur.

Ancak o zaman!