Neşe doluyor muyuz?

Bütün gün kulaklarımda çınladığından mıdır nedir, bir de ertesi gün geçmiş olmasına rağmen, o çocuk şarkısının kışkırttığı soru aklıma takılıp kaldı. “Bugün 23 Nisan/ Neşe (mi) doluyor insan.”

Doğrusu, pek de öyle olmuyor. Neden “hiç de öyle olmuyor” demediğime, daha sonra geleceğim. Önce, birkaç anı kırıntısı, biraz pro-nostalgia…

Kendi çocukluğumda, kimileyin neşe dolduğumu hayal meyal hatırlıyorum sanki. Ama daha kesin hatırladığım, heyecan ve telaştır. İkisini birleştirerek farklı anlamlar da yaratabilir telaşlı bir heyecanın izlerinin bugün belleğimi zorladığımda daha belirgin olduğunu söyleyebilirim. Hayır, valinin ya da kaymakamın makamına oturmaktan doğmazdı o durum öyle bir şansım hiç olmadı. Bu tuhaf uygulama, bugünkü ikiyüzlü gösteriler kadar ve onlara benzer sinir bozuculukta yaygınlaşmış değildi daha. Ayrıca, küçük taşra kentlerinde kim olabilir makam koltuğuna oturulabilecek, ya kaymakam ya vali. Demek istediğim, oturulabilecek koltuk sayısı da şimdiki kadar fazla değildi. Çok hatırlı bir baban yoksa, sıra nasıl sana gelsin!

Benim belleğimde izleri kalmış heyecan ve telaşın ya da telaşlı heyecanın nedeni, öylesi bayramlarda hemen her zaman seçildiğim, yoksa atandığım mı demeliyim, meydanda şiir okuma görevinden ileri gelirdi. Çok mu iyi şiir okurdum, aday olan öteki çocuklara göre demek istiyorum, onu da hâlâ anlayabilmiş değilim. Yalnız, her defasında sıkı çalıştığımı, epeyce prova yaptığımı kesinlikle hatırlıyorum.

Kendi çocuklarımın 23 Nisanları ise hep başkentte geçti. Onlara sorma fırsatım hiç olmadı dolayısıyla, anlatabileceğim, yine bendeki izlerdir. O izler arasında en çok öne çıkan ise, Ankara’nın mevsimi itibariyle, çoğu kez havaların sıkıntı yaratan ani serinleyişi ve birden bastıran yağışlar oluyor. O yüzden, hep kızdığımı ve o saçmasapan törenler için çoluk çocuğu hasta edecekler yollu söylendiğimi hatırlarım. Söylendiğimle de kalırdım çünkü, çocuklarım her zaman katılmak isterlerdi.

Yukarıda, “neşeyle mi doluyor insan” sorusuna karşılık, bugünü düşünerek, “pek de öyle olmuyor” demekle yetinmiştim. “Hiç de öyle değil” demeyişimin nedenleri var.

Birkaçına değinelim.

İstanbul Belediyesi'nin su ve kanalizasyon işleriyle uğraşan kuruluşunda çalışan işçilerin bir bölümü, taşeron tarafından işten çıkarılmış. İşsiz bırakılmış işçilerin çocukları, bu çocuk bayramı gününde, babalarıyla birlikte bir protesto gösterisi düzenlemişler. Ellerinde balonlarla, bir grup bayram çocuğu bir bezin üzerine yazılmış yazının önünde arkasında toplaşmışlar. Bez afişte “Babalar İşsiz, Çocuklar Aç” yazıyor. Gösteride konuşan işçi, konuşmasını “Böyle olur babaları işsiz çocukların 23 Nisan’ı!” diye bitirmiş.

Bugünkü 23 Nisan’a ilişkin bir başka haber, Ulukışla’dan. Hani şu, bize çocukluğumuzda okuttukları, “Hecenin Beş Şairi”nden biri Faruk Nafiz’in “Han Duvarları” şiirindeki Ulukışla’dan:

Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,

Bir dakika araba yerinde durakladı.

Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,

Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar…

Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,

Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya.

İşte o Ulukışla’da, ülkenin başka bölgelerinde de benzerlerine rastladığımız için yabancımız olan bir durum değil, siyanürle altın çıkarmak üzere ruhsat almış bir madencilik şirketinin işe girişmesi köylüler tarafından engellenmiş. Habere göre, olaydan sonra gecenin geç vakti köye gelen güvenlik güçleri on köylüyü elebaşı olma suçlamasıyla derdest edip götürmüşler. Köylüler ve çocukları da 23 Nisan törenlerinin yapılacağı okulların yanı başındaki boş alanlarda toplanmakla birlikte kutlamalara katılmamışlar. Hatta, 23 Nisan çocukları, babalarımız götürülmüşken biz nasıl bayram törenlerine katılalım, hatta bırakılmazlarsa, bundan böyle okula da gitmeyeceğiz, diyesiymişler.

Demek, bizim zamanımıza göre, 23 Nisan çok daha anlam kazanmış. Hiç değilse, öyle olduğuna ilişkin birtakım veriler ortaya çıkıyor.

Biraz daha ileri giderek ve ne kadar abartılı olduğuna aldırış etmeden, şunu da ekleyebiliriz: Birinci cumhuriyetin bu sevimli bayramı, kendi eliyle sevimsizleştirildikten ve ikinci cumhuriyette düpedüz metalaştırıldıktan sonra, yeni cumhuriyete doğru yol almaya başlamışken, haydi biraz daha gerçekçi bir söylem tutturmuş olalım, bundan başka bir çare kalmamışken, toplumsal mücadelenin pek şaşırtıcı araçlarından biri olmanın işaretlerini vermektedir.

Bu son söylediğimizin, cumhuriyetlerin ikincisinin bir süredir gerçekleşmiş olduğuna ilişkin bir varsayımı içerdiğine itiraz etmemekle birlikte, bu varsayımın geçerliliğine ve orada dile getirilen sürenin başlangıcına ilişkin tartışmanın, tamamlamaya çalıştığımız yazı bakımından konu dışı olduğunu belirtmek gerekiyor.

Bir de, her ne kadar bayramla ilgisi olmasa da, bayram gününde dile getirilmiş bir uyarı mı demeli, nasıl betimlenebileceğini bilemiyorum, en iyisi, “pek yerinde kulak çekme” diyelim, ona değinmeden geçemiyorum.

İstanbul milletvekili Ufuk Uras, bayram zamanı öğrendiğimize göre, eğer akepe’nin oylarının 330’un altına düşme tehlikesi ortaya çıkarsa, haksızlık etmemek için bu “tehlike” sözcüğünün kendisi tarafından kullanılıp kullanılmadığından emin olmadığımızı belirtelim, eğer öyle bir olasılık gündeme gelirse, meclis oturumlarına katılıp olumlu oy vereceğini açıklamış. Parti grubumuzun oturumlara katılmama yönünde bir kararı var ama, eğer akepe’nin anayasa değişikliği 330 oyun altında kalıp çuvallayacak olursa, buna yönelik kötü bir olasılıkla karşılaşırlarsa, oturumlara katılıp olumlu oy veririm, demiş. Gerekçesi de bu anayasa değişikliği girişiminin boşa çıkmasının Ergenekon’un zaferi anlamına gelecek olmasıymış.

Ne diyeyim, benim çoktan aramızdan göçmüş hafız anneannem yaşayıp da bunları izleyebilseydi, hiç kuşkum yok, şuna benzer bir laf ederdi: Hay kurban olduğum Allah’ım, yüce meclisimize ne ufuklar ihsan eyliyorsun!