Grev… Görev...

Kemal Okuyan'ın "Grev... Görev..." başlıklı köşe yazısı 3 Aralık 2012 Pazartesi tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

“Ne yapacağız?” Gazeteden arkadaşlar soruyor. Nihat Behram’ın arısı gelmiş, onu ne yapacağımıza karar vermeye çalışıyorlar. Oysa basit, her zamankini yapacak, her birini ilgili sayfaya yerleştireceğiz. “Yok” diyorlar, bunun ilgili olduğu sayfa yok! Uzunca bir toplantıdan çıkmışım, Nihat abinin ne yazdığından habersizim. “Bizi protesto ediyor” diyerek merakımı gideriyor bir arkadaşımız. İşin gerçeği, bilmediğim konu değil, daha birkaç gün önce yüz yüze konuşmuşuz, başka şeylerin yanında ve hasret giderirken…

Özeti Nihat Behram vızzz’lar için yapılan yeni tasarımı beğenmiyordu, birkaç kez rica etti, düzeltilmeyince “grev”e gitmiş. Gerçekten bunu nereye koyacağız? Emek-sermaye sayfası var, grev oraya yakışır diyeceğim de, ortada emek var ama sermaye yok! Buradan tutturamayız. Hiç koymasak başımıza gelecekleri biliyorum, adam şair, hem de çok iyi şair, bizi rezil eder, dörtlük mörtlük de değil, oturur destan yazar! Arı, bal, petek, vızzz, iğne iyiydik de, bizi sokacağı hesapta yoktu. İğne Tayyip’e, yobaza, işbirlikçiye, liboşa, batacaktı. Bir de not düşmüş, “renksiz sayfalara koyun” diye, böylece mağduriyeti iyice pekişecek, gazetenin yayın kurulu okur gözünde daha bir zalim, anlayışsız, emek düşmanı olarak gözükecek.

O kadar da uzun boylu değil. Kaç tür hukuğumuz var Nihat Behram’la abi-kardeş, okur-yazar, dost, yoldaş… Ayrıca bu işin muhatabı benim, buyursun grev çadırını benim köşeye kuruversin!

Ne yapalım, biz de sözümüzü daha özlü, daha kısa yoldan söylemenin yolunu buluruz. Zaten hazır dün, “uzun” yazarak köşesini sayfanın orta yerlerine kadar taşıyan sevgili yazarlarımıza içimden söylenirken kendimi kaptırmış, pehlivan tefrikası gibi bir şey yazmışım, okurla ödeşmiş oluruz.
Hem öfkemden uzun yazabileceğimi sanmıyorum. Okumuşsunuzdur, üç gün önce genç bir hekim, sabah saatlerinde, “hasta şikayeti” üzerine hastane yönetimince sorguya çekildikten sonra kendini 6. kattan atarak yaşamına son verdi. Kaybettiğimiz hekim Melike Erdem. Şikayetçi hastayı bilmiyoruz. Suçlu ise belli…

Suçlu, hastayı sağlık çalışanıyla karşı karşıya getirerek düzenini kuran, insanları bencilliğe, çıkarcılığa, hatta kötücül davranışlara zorlayan Sağlık Bakanlığı, onun bağlı bulunduğu hükümet. Hastaları “siz daha iyisine layıksınız” sloganıyla provoke eden, bir yandan da onları söğüşleyen, hekimleri ise sağlık personeli değil kâr bekçisi gibi gören bu iktidarın canı artık acımalıdır.

Bu iktidar toplumu kontrol etmek için en ilkel duyguları harekete geçirebiliyor zaman zaman. Linç kültürünü yaygınlaştırıyor, insanlara intikam hissi aşılıyor, zorbalığı teşvik ediyor. Biz böyle can acıtamayız. Ama ses yükseltiriz, hak ararırız, hesap sorarız. Sağlık Bakanı’nın 6. kattan atlamasına hiç gerek yok, bunu kesinlikle istemeyiz. Ancak bu manyaklığa, sağlık alanında sürmekte olan piyasa terörüne daha fazla izin verilmeyeceğini bir biçimde anlatmalı, intihara değil, istifaya sürüklemeliyiz.

Yapmadığmızda, yalnızca AKP zihniyeti yoluna devam etmiş olmayacak, hasta yakını hıncını hekimden, hemşireden çıkaracak, sağlık emekçisi beş dakikada bir hasta bakmaya zorlanacak, herkesin “sen de haklısın”ı hak ettiği tuhaflık sürecek. Oysa haksız olanlar var! Bu iğrenç çarkı döndürenler ve bu çarkı kanıksayanlar.

Karıncalar ve arılar, kötülüğe karşı görev başına!