Ekonomik ve toplumsal sorunların tamamının kaynağında SBKP’nin mücadeleden vazgeçmesi yatıyordu. Ve Sovyet halkı kendisini tehdit eden virüsle savaşmayı beceremedi...
106 yıl önce Rusya’da işçi sınıfı Bolşevik Parti’nin öncülüğünde iktidarı ele geçirdi. Birkaç yıl sonra kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği birçok alanda muazzam başarılar elde etti, ülke geri kalmışlıktan çıktı, ABD ile hemen her alanda başa güreşen bir süper güce dönüştü.
Ekim Devrimi’nden tam 74 yıl sonra, Sovyetler Birliği dağıldı, Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkeleri de etkileyen karşı devrimci dalga Sovyet sosyalizminin sonunu getirdi.
Arada 27 milyon Sovyet insanının yaşamını yitirdiği İkinci Dünya Savaşı var; büyük ilerlemeler, durgunluklar, geriye dönüşler…
Bunlara girmeyeceğim.
Uzay yolculukları, devasa barajlar, fabrikalar, parklarla dolu kentler, tarımın makineleşmesi, cehaletin tamamen ortadan kaldırılması, kadının özgürleşmesi, kültür-sanat alanında yaratılanlar, işsizliğin yok edilmesi ve benzeri gelişmeler de bu yazının konusu değil. Bilen biliyor, bilmek istemeyen zaten sırtını dönüyor.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği orada, tarihte, asla unutulmayacak bir büyük kuruluş olarak duruyor. Kimse onu oradan söküp atamaz. Alabildiğine gerçek!
Yıkıldı ama…
Büyük mücadelelerle kuruldu, büyük mücadeleler verdi ve mücadelesiz bir biçimde çöktü. Bu da alabildiğine gerçek.
Peki ne oldu?
Bu soruya yanıt çok. Nereden baktığınıza, neyi önemsediğinize bağlı.
Yıkılıştan 32 yıl sonra, “Sovyetler Birliği insana yenildi” demek istiyorum.
Hemen akla “insan doğası”na ilişkin yazılıp çizilenler gelmiştir mutlaka. Dönüp dolaşıp komünizmin insanın rekabetçi, bencil doğasına uymadığı, bu nedenle başarısızlığa mahkum olduğu safsatasına teslim olduğum bile düşünülebilir. O safsatalara yanıt Nevzat Evrim’in “İnsan Bencil mi” kitabında fazlasıyla verildi.
İnsan doğası diye bir şey yok. Bir gelişkin organizma olarak biyolojik varlığımız ne denli önemli olursa olsun insanı toplumsal ilişkiler şekillendiriyor.
Sovyetler Birliği 20. yüzyılın koşullarının ürünü olan insana yenildi.
Sınıf mücadelelerine ne mi oldu?
Anlatmaya çalışayım.
Hep söyleriz ya, kapitalizm barbarlıktır diye. 1917’de Ekim Devrimi gerçekleştiğinde, kapitalizm barbarlığın şahikasındaydı. Birinci Dünya Savaşı’nda emperyalist boğazlaşma insanları milyon milyon öldürdü, öldürmediklerini yığınlar halinde çürüttü. Egoizm, kan içicilik, vandallık, yalancılık, ihanet, kalleşlik, aklınıza gelebilecek ne varsa bir virüs gibi hızla yayıldı, çoğaldı. Ama insan doğası diye bir şey yoktu ya da o “doğa”da bunlar varsa, ayağa kalkma, dürüstlük, dayanışma, isyan duygusu, kardeşlik de vardı. Devrim bu değerlerle yükseldi.
Devrim bu değerlerle yükseldi ve bu değerleri yükseltti. Her bir emekçinin, her bir aydının içindeki karmaşa ve mücadelede “iyi”ye enerji verdi.
Komünizm “iyi”nin, “gelişkin”in, “güzel”in, “doğru”nun maddi temellerini yaratır. “Kötü”nün yeşermesine, güçlenmesine neden olan koşulları ortadan kaldırır.
İşsizliğin, yoksulluğun, açlığın olmadığı, insanın insanı sömürmediği, toplumsal sınıfların yok olup gittiği, bolluk ve refahın hüküm sürdüğü bir dünyada bencillik, zalimlik, yalan-dolan kendisine ancak çok ama çok dar bir alan bulabilir.
Böyle bir dünyanın kurulması elbette zaman alacak. Yani, yeni dünyayı eski dünyanın insanı kuracak!
Nasıl olacak?
Cahilliği yok etmek, tarımı-sanayiyi ayağa kaldırmak, üretici güçleri harekete geçirmek, bir eşitlik ve bolluk toplumuna ulaşmak için çaba harcanırken bir yandan da insana müdahale etmek gerekecek.
Çünkü devrim, büyük bir toplumsal altüst oluş olsa da, “yeni insan”ın yaratılması için yeterli değil. Halk kitleleri, sömürücü sınıflardan salgılanan “kötücül” girdilere açıktır, yüzyılların önyargıları kendilerini tekrar tekrar üretir ve Sovyetler Birliği örneğinde olduğu gibi emperyalist sistem gelişkin yalan makineleriyle insanın aklına hükmetmek için her şeyi yapar.
Buna karşı direnmenin birbirine bağlı dört koşulu vardır.
Birincisi, mümkün olduğunca fazla kişiyi kapitalizme karşı dünya ölçeğindeki mücadelenin içine çekmek ve bu mücadeleyi her daim canlı tutmak.
İkincisi, hedefi iyi anlatmak, yapılanlar ile o hedef arasındaki ilişkiyi mümkün olduğunca açık bir biçimde geniş emekçi kesimlere mal etmek.
Üçüncüsü, iyiyi özendirmek, gelişkin olanı öne çıkarmak, gerekiyorsa riski göze alıp insanın yeni bir ahlaka bağlanmasını kolaylaştıracak ritüeller yaratmak.
Dördüncüsü, insanın kötüye teslim olma hakkını elinden almak, kesin ve keskin kurallarla hareket etmek, toplumu kötürümleştirecek siyasi, ideolojik, kültürel zaafların derinleşmesinin önüne geçmek, iflah olmaz örnekler karşısında bağışlayıcı olmamak.
Sosyalist kuruluş sürecinde Komünist Parti’nin görevi, bu dört koşulla ilgili olarak öncü rol üstlenmektir.
Sovyetler Birliği Komünist Partisi Stalin’den sonra bu dört koşulu da bir kenara koydu.
Stalinli yıllarda Sovyetler Birliği hep ileriye doğru gitmek istiyordu, Sovyet emekçileri büyük hayallerin peşindeydi ve onları bir bir gerçek kılıyordu. Kesintisiz bir mücadele içindelerdi.
Ne için mücadele ettiklerini biliyorlardı. Dünün cahil köylüsü, sosyalizmin olanaklarıyla mühendis çıkıyor, komünizmi kurmak için barajların inşasına yardım ediyordu.
Evet, çalışmak yüceltiliyordu! İnsanlığı sömürü belasından, günde 12-13 saat çalışma derdinden tamamen kurtarmak için o dönemin koşullarında birkaç kuşağın çok çalışması gerekiyordu. Ne için çalıştığınızı bilirseniz, ne için mücadele ettiğinizi iyi kavrarsanız, gerektiğinde çok çalışırsınız.
Toplumu çürütecek her girdiye karşı acımasızca müdahale ediliyordu. Tembellik, bencillik, hırsızlık, yolsuzluk, hoş görülecek davranışlar değildi. Tıpkı faşizme karşı savaştaki korkaklık, bozgunculuk, kararsızlık ve ihanet gibi…
Kendini, ülkeyi, halkı, insanı, sosyalizmi koruyan bir anlayış hakimdi Sovyetler Birliği’nde.
Kesintisiz bir müdahale.
Sonra Sovyetler Birliği Komünist Partisi, müdahale etmekten vazgeçti. Mücadeleden de…
Art arda gelen zorlu kavgalardan yorulmuş, gerilmişlerdi.
Komünizmi kurmak için sabırla mücadele etmek yerine onu vakitsizce ve sorumsuzca yaşamayı tercih ettiler. Kuruluş süreci donduruldu. Sosyalizm hiçbir kapitalist ülkede hayal edilemeyecek toplumsal kazanımlar sağlamıştı ama duramazdınız, gerisini getirmek gerekiyordu. Oysa SBKP yönetimi sınıf mücadelesinde sonu olmayan bir “mola” vermeye kararlıydı.
Uluslararası alanda emperyalizm alt edilmesi gereken bir düşman olmaktan çıktı, barış içinde birlikte yaşanacak bir başka seçenek olarak görülür oldu.
İçeride “tembellik hakkı” henüz komünist topluma ulaşılmamışken, temel “iş ahlakı”na dönüştü.
Parti topluma ideolojik ve siyasi müdahaleden vazgeçti, enerji kesilince işler tersine döndü, parti dışarıdan her tür girdiye açık hale geldi.
Ayrıcalıkları, eşitsizlikleri yok etmek için kurulmuş olan parti mücadeleden, mücadele için düşünce üretmekten geri kaldıkça ayrıcalıkları yeniden üretmeye başladı. Sovyetler Birliği’nde sömürücü bir sınıftan asla söz edilemezdi ama adım adım, belki de farkında olmadan çürüyen parti yöneticileri, sosyalizmin sunduğu olanak sayesinde yaratan, “halk sanatçısı” mertebesine ulaşan ya da “akademik” ünvan alan aydınlar kendi küçük dünyalarında komünizme yabancılaştı. Moskova rüşvetle, yolsuzlukla kirlendi, gelişkin değerler erozyona uğradı.
Ekonomik ve toplumsal sorunların tamamının kaynağında SBKP’nin mücadeleden vazgeçmesi yatıyordu.
Ve çürüyen unsurlara rağmen, ağırlıklı olarak iyiden, doğrudan, dayanışmadan, aydınlıktan, eşitlikten yana olan Sovyet halkı kendisini tehdit eden virüsle savaşmayı beceremedi. Unutmuştu mücadele etmeyi, ona yol gösterecek bir parti yoktu ortada!
Tek bir kurşun atmadı, atamadı sosyalizmin insanı.
Sovyetler Birliği işte böyle yıkıldı.
Geriye yıkılmayacak olan bir sosyalizm için yeterince dersler bırakarak…