Altını çiziyorum, göçmen sorunundan rahatsızlık duyuyorsanız, kapitalizmi yıkmak için mücadele edeceksiniz.

Göçmenlerden nefret mi ediyorsunuz?

“İnsan etiyle beslenen balıkları yemek seni rahatsız etmiyor mu?”

Birkaç yıl önce değerli bir hekimle beslenme alışkanlıkları üzerine konuşurken karşılaşmıştım bu sitemkâr soruyla.

Tekneler batmaya ve batırılmaya başlamıştı, Akdeniz savaştan, etnik çatışmalardan, açlıktan, işgalden, geleceksizlikten kaçıp Avrupa’ya ulaşmak isteyenleri yutuyordu. 

İtalya’da, Yunanistan’da turistik işletme sahipleri şikayet ediyordu “cesetler sahile vuruyor, turist rahatsız oluyor” diyerek.

Aynı tesislerde illa ki “şanslı” göçmen işçiler de çalışıyordu. İstatistikler öyle diyordu. Göçmen işçilerin çok büyük bölümünün tamamen güvencesiz ve “yerli” işçilerden ucuza çalıştığı da teyid ediliyordu o istatistiklerde.

Son yıllarda İtalya, Yunanistan ve Türkiye’ye turistik kruvaziyerlerden daha fazla, göçmen taşıyan tekneler sefer düzenledi. Bunların tam sayısı bilinmiyor. Kaçı hedefine ulaştı, kaçı denizde kayboldu, kesin bilgi yok. 

Yalnızca 2023 yılının ilk altı ayında 2 bin göçmenin Akdeniz’de hayatını kaybettiği tahmin ediliyor. 

Akdeniz’le sınırlı değil, İngiltere ya da İspanya’ya ulaşmak için Atlantik Okyanusu’yla boğuşan binlerce göçmen var. Senegal ya da başka Batı Afrika ülkelerinden yola çıkıp batan balıkçı teknesinde kaç kişinin öldüğünü anlamaya çalışıyoruz haber kaynaklarından.

Evet her gün bir teknenin daha battığını duyuyoruz. Ve her gün göçmenleri birbirine doğru ittiriyor Yunan ve Türk yetkililer.

Yunanistan ve diğer AB ülkelerinin utanç verici göçmen politikasına “ben onları sizin rahatınız bozulmasın diye kendi ülkemde tutarım, siz de bana para verirsiniz”le ortak olan Türkiye…

Peki göçmenler gerçekten rahat mı kaçırıyor?

Bu soruya kestirmeden “hayır” diyen samimiyetsizdir. Göçmenler zaten haklarını yitirmekte olan Avrupalı işçilerin eldeki kazanımlarının da gasp edilmesi için patronların elindeki bir koza dönüştü. Göçmenlerin birçok ülkede dinci örgütlenmelerin kadro kaynağı olduğunu, kadın ve çocuklara dönük suç oranlarını yükselttiklerini de biliyoruz.

Aynısı Türkiye için de geçerli.

Bugün “göç” öncelikle göçmek zorunda olanlar için ve sonrasında göçülen ülkedekiler için ciddi bir sorundur. Bu sorun “ötekileştirmeyelim”ci, “kimlik”çi göçmen romantizmiyle ele alınamaz. 

Göçmen düşmanlığı ise insanlık suçudur.

Göçü ortaya çıkaran nedenlerle, kapitalist sömürüyle, emperyalist ülkelerin iğrenç ve ikiyüzlü politikalarıyla hesaplaşmayanların, sızlanmalarını ciddiye alamayız. Samimi değildir, bencildir.

Tarih boyunca insanlar daha iyi bir yaşam için ya da yaşamlarını kurtarmak için ordan oraya göçtü. Kim kime ev sahipliği taslayabilir?

Ama evet bugün göç, özellikle bizim coğrafyamızda özel ve karmaşık dinamiklerin ürünü olarak farklı boyutlar kazanmışken, yaşananları normalleştirmek de olanaksız. 

Kapitalizm gerçekten tiksinti verici, alçak bir toplumsal sistem.

Sadece Afrika’ya odaklanalım. Buralarda her geçen gün daha da derinleşen büyük bir mücadele var. Uluslararası tekeller ve onların hizmetindeki farklı devlet ve devlet grupları kıtanın doğal zenginliklerini yağmalamak, daha fazla yatırım yapmak için giriştikleri mücadelede darbeleri, katliamları, etnik çatışmaları enstrüman olarak kullanıyorlar. İnsanlar bu boğazlaşmadan uzaklaşmak istiyor. “E canım ülkelerinde kalıp mücadele etselerdi” en fazla güzel bir temenni ama çoğu kez alçakça bir vurdumduymazlık. Bunu söyleyenlerin kaçı bugün Türkiye’yi aydınlığa çıkarmak için elini taşın altına koyuyor?

Afrika’yı yağmalıyorlar.

Yağmalarken yarattıkları kan denizinden kaçanların bir bölümünü sulara gömüyor, diğer bir bölümünü toplama kamplarına kapatıyorlar. En sağlıklı ve dayanıklı olanları ucuz işgücü olarak sisteme dahil ediyorlar. Göçmen işçilerle “yerli” işçiler arasında birlik olmaması için göçmen işçileri ucuza çalıştırıyor, suça ittiriyor, sürekli gerilim üretiyorlar.

Bu alçaklığa kızmayacağız, göçmenlere kızacağız öyle mi?

Biliyorum mesele sadece Afrika değil. Ama Avrupa’nın Afrika’ya yaptığını hatırladıkça ne desek az diye düşünüyorum. Komünist Partisi’nin Kongresi için gittiğim Güney Afrika’da ırkçılık müzesinde sergilenen zalimlikten bunalmış, kendimi zor dışarı atmıştım. Beyaz olduğumdan utandım, hatta tiksindim.

Altını çiziyorum, göçmen sorunundan rahatsızlık duyuyorsanız, kapitalizmi yıkmak için mücadele edeceksiniz.

Türkiye’de resmi işsizlik oranı yüzde on. Hepimiz biliyoruz bu rakamın palavra olduğunu. Ama işsizlik var. Öte yandan bazı sektörlerde işçi bulunamıyor. Çünkü sendikasızlaştırma, grev yasakları, göç dalgası vb derken ücretler o kadar aşındı ki, çalışmakla çalışmamak arasındaki ayrım ortadan kalkar oldu. İnşaat ve tekstil sektörü başta olmak üzere patronlarımız göçmen işçinin tadını aldı bir kere. Gıkını çıkarana sınır dışı tehdidi, alabildiğine düşük ücret, sıfır güvence…

Bütün göçmenleri zorla sınır dışı etseler, patronlarımız sınırları delik deşik edip kamyon kasalarında işçi taşırlar bu ülkeye.

Almanya da öyle yapıyor.

Ama onlar artık diplomalı işçi istiyor!

Berlin’de hükümet Almanya’ya göçmek isteyen kalifiye işgücü ve uzmanlara kolaylık sağlayacak düzenlemelerle meşgul şu sıra. “Vasıfsız işçiye şimdilik doyduk, bize hekim, mühendis, yazılımcı gerek” diyorlar.

Haklılar mı?

Mesele tam da bu. Almanya’nın, Fransa’nın ya da İngiltere’nin “seçicileşen” göç politikasına anlayış gösterenlerin Türkiye’deki göçmen sorunundan şikayet etmeye zerre hakkı yok.

Yüzde yetmiş olasılıkla öleceğini bile bile bir uçağın iniş takımlarına gizlenerek özgürlüğünü arayan baldırı çıplakla aynı uçağın ekonomi koltuğunda berbat bir kahveyi yudumlayarak ülkesini terk eden genç bir hekim farklı zorluk dereceleri ile karşı karşıya belki ama ikisi de kapitalizm denen barbarlığın kurbanı, bunu unutmayalım.

Nefret ne kelime, ikisine de kızamayız. Nefretimiz kapitalizme, emperyalizme yönelmeli. Diğeri en hafifinden riyakarlık.