Toplumsal tepkisizliğin iktisadi nedenleri üzerine

Daha evvel bahsettiğimiz konuların bir özetini yaparsak eğer, toplumsal tepkisizliğin nedenlerini üçe ayırabiliriz. İlk olarak finans kapitalin çalışanlara açmış olduğu kredilerin sürekli olması, onların aylık ücretleri kadar tüketici kredilerinin de yaşamsal öneme sahip olduğunu söylemiştik. Neden daha yaşamsal diye soracak olursak iki nedeni olabilir: ilki aylık ücretleri sabit iken banka kredileri kendi çalışma verimliklerine göre değişken olmasıdır. Alacakları kredinin miktarı ve vadesi borcun geri ödemesiyle ilintilidir. İkincisi ise ücretleri üzerinde pazarlık yapabilme olanakları pek yok iken, almış oldukları kredilerin geri ödenebilirliği esnasında çalışanların banka ile bazı pazarlıklar yapabilme şanslarının mümkün olmasıdır. İkinci olarak kredi borçlarının zaman içinde sürdürülebilir olması için, yani bankanın çalışana sürekli kredi açabilmesi için çalışanın daha fazla çalışması ya da daha fazla kazanması gerekmektedir. Bu durum çalışanın daha fazla iş piyasalarının sömürüsüne tabii olacağını baştan gösterir. Sonuncusu da, banka ile çalışan arasında kurulan bağımlılık ilişkisidir. Bu ilişki yaşamsal olduğundan çok sıkı bir ilişki olacaktır.

Yukarıdaki tespitlerimizi iktisadi veriler yoluyla nasıl açıklayabiliriz?

1.) Birinci örnekten yola çıkarsak, yani çalışanların yaşamında banka kredilerinin kendi aylık ücret ve maaşlarından daha önemli hale geldiğini gösterebilmek için hem ücretli başına kredi artış oranına hem de ortalama yıllık ücret ve maaş artış oranına bakmamız gerekecek. Bu iki oranın kıyaslanması bize kredilerin ücretler üzerindeki esnekliğini verecektir. Oran 1’in üzerindeyse demek ki o yıl çalışanlara verilen kredilerin artış oranı, ücret artış oranından daha fazla olduğunu ortaya çıkartacaktır. Nitekim aşağıdaki grafikte bazı yıllar hariç kredilerin ücretlerden daha fazla arttığını görmekteyiz. İkincisi de yıllık çalışan başına kredilerin yıllık ortalama maaş ve ücretler ile kıyaslamasına bakabiliriz. Böylece çalışan başına yıllık kredilerin yıllık net ücretlerin kaçta kaçına eşit olduğunu görebiliriz. Yine aşağıdaki grafikten gördüğümüz üzere 2000 yılında yıllık kredilerin yıllık ücretlerin yarısına tekabül ederken, 2010 yılından dörtte üçüne karşılık geldiğini görmekteyiz. Bu demektir ki, ortalama olarak bir çalışan her yıl ücretinin dörtte üçü kadar kredi kullanmaktadır.

2001 krizi ve 2006-08 yılları hariç diğer yıllarda da kredi/ücret esnekliği krediler lehine gelişmektedir. Kısacası bu yıllarda hep çalışan başına açılan krediler ücretlere nazaran nominal olarak daha fazla artmıştır.

2.) İkinci hipotez olarak çalışanın aldığı krediyi zamanında ödeyip yeni krediler alabilmesi için daha fazla çalışması gerekmektedir. Bu durum daha esnek ve kuralsız bir iş piyasasının gelişmesine yol açabilmektedir. Bunun için ilk olarak emekçilerin haftalık çalışma saatlerine bakabiliriz. İkinci olarak asıl işlerinin yanında yaptıkları ek iş oranlarını inceleyebiliriz. Son olarak da sosyal güvenlik kurumuna kayıtlı olmayan ücretlilerin oranına bakabiliriz. Yukarıdaki tüm incelememelerimiz bize Türkiye’deki son 10 yılda emekçilerin çalışma koşulları ile ilgili bilgiler verecektir.

a) İlk olarak daha fazla çalışması gerektiğini söylemiştik. Bunu bankalardan almış olduğu kredileri ödemesi için ihtiyacı vardır. Türkiye’de emekçilerin resmi olarak haftalık çalışma saati günde 7,5 saatten haftada 45 saat olarak belirlenmiştir. Buna göre haftada 6 gün çalışma günüdür. SSK’nın hesaplarına göre ise aylık çalışma süresi 225 saat olarak belirlenmektedir. Bu rakam günlük 7,5 saatlik çalışma süresinin 30 gün ile çarpılmasıyla bulunmaktadır. Böyle bir hesaplama yöntemine göre de kabaca 50 saatlik haftalık çalışma süresini resmi süre olarak kabul bile etsek yine de TUİK verilerinden yola çıkarak vardığımız sonuçlara göre 2000’li yıllardan günümüze Türkiye’de emekçiler daha fazla resmi haftalık çalışma saatinin üzerinde (haftada 50 saatin üzerinde) emek harcamaktadır. Buna göre resmi çalışma süresinin 22 saat ve daha fazlası üzerinde çalışanların (yani haftalık 50 saatten 72 saat ve daha fazlasına kadar) toplam çalışanlara oranı 2011 yılında %43,8’dir. Bu oran 2006 yılında tepe noktasına varıp %50 olmuştur, 2000 yılında ise %40,7’dir. Son 10 yıl içerisinde %1’in altında bile olsa artış göstermiştir. Buna mukabil resmi haftalık süresinin üzerinde çalışanların sayısına baktığımızda son 10 yılda ortalama %3,7 oranında arttığını görüyoruz. 2000 yılında haftada 50-72 saat çalışanların sayısı 4264000 iken 2011 yılında 6,5 milyon çalışana ulaşmıştır ve toplamın %43’ünü teşkil etmektedir.

b) Peki, çalışanların ek iş faaliyetleri yine aynı yıllar arası nasıl bir değişim gösteriyordur? diye ikinci soruyu sorduğumuzda 2000 yılı ile 2011 yılını kıyasladığımızda ek iş yapanların sayısının tam 2 kattan fazla arttığını görmekteyiz. Sayı olarak söylersek eğer 2000 yılında ücretliler arasında 192 bin insan ek iş yaparken 2011 yılında bu sayı 406 bin çalışana çıkmış. Ortalama olarak %7 artmış. Toplam ücretliler içindeki payı düşük de olsa yükseliş gösteren bir orandır. Yukarıdaki sorularımızda yer almasa da bir de işsiz olup iş bulma ümidini tamamen kaybetmişleri de grafikte gösterdiğimizde aşağıdaki çizim çıkmaktadır.

Özellikle 2003 yılından sonra bir taraftan iş piyasalarının ve finans kapitalin daha fazla güdümüne girenler ile iş yaşamından tamamen kopup marjinalleşenlerin sayılarında artış olduğunu görüyoruz. 2011 yılında 406 bin kişi esas işinin yanında ek bir iş yaparken, 678 bin kişi de umudunu kesmiş işsiz bir şekilde yaşamaktadır. 2011 yılında, 2000 yılına göre ümidini kaybedenlerin sayısı 5 kat artmıştır. Son 10 yılda da ortalama %16 artış göstermiştir.

c.) Hem daha fazla saat çalışan, hem ek iş yapanların sayısı artarken, bir de iş piyasalarında kuralsızlık çoğalıyor mu? Bu soruya cevap vermek için ücretlilerin Sosyal Güvenlik kurumuna kayıtlı olup olmadıklarına bakalım. Hâlihazırda günümüzde (2011 yılı) 3 milyon 700 bin kişinin sosyal güvenceden yoksun çalıştığını görmekteyiz. Bu sayı 2000 yılında 3 milyonmuş. Toplam ücretliler arasındaki payı yine TUİK iş gücü verilerinde 2011 yılı için %25 olarak çıkmaktadır. 2000’li yıllara kıyasla toplamda bir azalış olsa bile, kişi sayısı bakımından 2000-2011 yılları arası ortalama %2’lik bir artış söz konusudur. Türkiye’de her dört çalışandan birinin sigortasız olduğunu bildikten sonra ülkedeki işsizlik oranları veya büyüme oranları üzerine tahminleri ne kadar önem kazanıyor sizce? Bir ülkede iş bulma ümidi olmayanların sayısı artarken, bir ülkede ek iş sahibi olanların sayısı artarken işsizlik oranının düşmesi ne anlam ifade ediyor tam olarak? Bu sorular aslında bir yöntem tartışması sorusu belki ama kendilerini sosyal bilimciden ayıran iktisatçıların kendilerine daha fazla sorması gereken sorular olması gerek.

3.) Son olarak çalışanların finans kapitale daha fazla bağlandığını söyledik. Bunu iktisadi verilerle nasıl gösterebiliriz? TBB verilerinden yararlanıp kredilerin vade yapılarına bakabiliriz. Miktar ve kişi sayısı olarak verilen vadelerden sadece kişi sayısına baktığımızda, kredi kullananların daha fazla bankalara bağımlı yaşadıklarını görürüz. 1997 yılında toplam krediler içinde kısa vadeli kredilerin payı %57, uzun vadelilerin payı %26 iken, 2010 yılına geldiğimizde kısa vadelilerin toplam içindeki payı %18’e, uzun vadelilerin toplam içindeki payı da %82’ye çıkmıştır. Aynı yıllar içerisinde uzun vadeli kredilerin ortalama artış oranı %9’dur. Kısa vadeliler ise -8,4 oranında küçülmüştür. Tüketici kredilerinden vadelerin uzaması ne demektir? diye soracak olursak, krediyi kullanan tüketicinin gittikçe daha fazla bankaya bağımlılığını göstermektedir. Kredilerin vadesinin uzaması, borçların da vadelerinin uzamasına neden olacaktır. Bu durum banka ile müşterisi arasında sağlam bir ilişkinin kurulduğunu gösterir. Müşteri için artık finans kapital, üretim sermayesi kadar yaşamsaldır. Başka bir değişle emekçinin yaşamını ikame etmesinde bankadan aldığı krediler, aylık ücreti kadar hatta ondan daha çok önemlidir.

Peki, sonuç olarak ne söyleyebiliriz? Yukarıda tekrarladıklarımızı madde madde toplarsak eğer:

a). Finans kapital, üretim sermayesine göre emekçinin yaşamında daha fazla belirleyici hale gelmektedir. Bunda emekçilere yönelik kredi kartlarının büyük önemi vardır. Grafik 1’den görüldüğü 2000’li yıllarda ücretlilere yönelik kredi artışları ücret artışlarının üzerinde seyretmektedir.

b). Bu durum emekçiyi bir taraftan daha fazla finans çevrelerine bağımlılığa itmekte, öte taraftan da daha fazla krediye sahip olabilmek için de üretim sermayesinin esnek, kuralsız iş şartlarını mecbur kabul etmesine sebep olmaktadır. Bu gelişmeyi Grafik 2’den görebilmekteyiz. Hâlihazırda çalışanların %43’ü haftada 50 ila + 72 saat arası çalışmaktadır. Bu resmi haftalık çalışma saatlerinin çok ötesinde çalışmanın son 10 yılda arttığını görmekteyiz.

c). Bunun yanında Grafik 3’den de takip edileceği üzere yine ücretliler arasında ek iş sahibi olanların sayısı da gün geçtikçe artmaktadır. Günümüzde iki işte çalışan emekçi sayısı 400 bin’in üzerindedir. 10 yıl içerisinde bu sayı iki misli artmıştır. Bunun yanında işsiz olup marjinalleşenlerin ümidi kırılanların sayısı da yine aynı yıllar içerisinde tam 5 misli artmıştır. Günümüzde bu insanların sayısı 680 bin civarındadır.

d). Bu da yetmemiştir ayrıca günümüzde çalışanların %25’i sosyal güvenceden yoksundur. Bu oran zaman içinde inmiş olsa da, yine de kişi bakımından artış göstermektedir. Hâlihazırda 3 milyon 700 bin ücretli kişi sosyal güvenceden yoksun çalışmaktadır. 2000 yılında 3 milyon kişi bu durumdadır. Grafik 4’den takip edilebilir.

Son olarak da Grafik 5’te görüldüğü üzere çalışanların tüketici kredi vadelerinin uzaması onları finans kapitale daha fazla bağımlı yaşamalarına sebep olmaktadır. Bu surum yeni toplumsal düzen emekçilerin karşılığında daha fazla çalışarak ve daha fazla finans kapitale bağımlı kalarak tüketebilme özgürlüğü üzerine kurulmuştur. Bu bağımlılık ilişkisi toplumsal tepkilerin azalmasını da beraberinde getirmektedir. Emekçilerin haftada daha fazla çalışıp sermaye tarafından daha fazla emek sömürüsüne tabii olması, sosyal güvencesiz çalışması ve diğer bir sürü olumsuz etkenler, eğer finans kapitalin toplumun en alt kesimine açmış olduğu tüketici kredileri devam ettikçe, “salt ücretler üzerinden” hareketle sınıfsal antagonizmalar anlamında sosyal bir mücadele alanı yaratması oldukça zordur. Emekçilere yönelik bir siyaset, ücretler üzerinden daha çok sistemin çarpıklığından, sömürü düzeninden ya da en azından çalışma koşullarının kuralsızlığından hareket etmelidir. Fakat şu an için bir tek tepkili olabilecek kesim “işsiz olup da umudu olmayanlar” kesimidir. İşte o marjinal sınıfın sosyal konulara duyarlı olabileceğini düşünebiliriz. Özellikle işsiz ve umutsuz olanların sayıca daha fazla Doğu Anadolu’da olması sizce bir şey ifade etmez mi? O zaman geriye bu işsiz ve umutsuz olanların hangi bölgelerde sayıca daha fazla olduğuna bakmak gerekir. Baktınız mı? Sonuç ne buldunuz?