Louis Rougier ve esrarengiz demokrasi

Daha önceki yazılarımızda bahsettiğimiz üzere Louis Rougier, liberalizme yeniden yön vermek isteyenlerin buluştuğu 1938 yılındaki Lippmann konferansını düzenleyen kişidir. Bugünkü neo-liberalizmin von Misses, Lippmann, Röpke, Rueff ve Hayek ile beraber kurucularındandır. Yeniden liberalizmi bir sistem etrafında tarif etmeye çalışan ve daha önceki yazılarımızda değindiğimiz Tocqueville, Molinari ve Colson’un (ve tabii başka birçok yazarın) düşünce bağlamında devamı niteliğindedir. Profesör Rougier’nin neo-liberalizmin temellerini atmanın dışında diğer özelliği Vichy hükümetini destekleyen bir Petainiste olmasıdır. Aynı zamanda Cezayir’in bağımsızlığına karşı gelen milliyetçilerin yanında yer almıştır. Özgürlükçü, insan haklarından yana, demokrat Tocqueville’in muhtelif Cezayir raporlarını okuduğumuzda Rougier’nin siyasal tercihlerini anlamak daha kolay olabilmektedir. Tocqueville’in Cezayir’de Fransız çıkarlarını korumak için nasıl baskıcı ve anti-demokratik bir yönetim istediğini bilmekteyiz. Üstelik yine aynı Tocqueville’in Fransa’daki dilenciler için önerdiği polisiye yöntemleri de şehirde kirliliği önlemek ve düzeni sağlamak için istediğini de hatırlamaktayız. Diyebiliriz ki, Tocqueville’den başlayan Lippmann konferansından geçen ve günümüz İMF iktisatçılarına ulaşan düz bir düşünce çizgisinden en azından iddia olarak bahsetmek mümkündür. Özellikle neo-liberalizmin gelişme şansı bulamadığı, 1945-75 yılları arası sosyal devletçi Avrupa döneminde, CİDAS’ın 1973 yılında Torino’da düzenlediği “Özgürlük için entelektüeller göreve” adlı bir toplantıda Rougier konuşmacı olarak yer almıştır. CİDAS adlı İtalyan kültür derneği aşırı sağcı entelektüel neo-faşistlerin yer aldığı bir merkez konumundadır. İçlerinde Sociéte de Mont Pelerin’de başkanlık yapmış Bruno Leoni’nin çok yakın arkadaşı ve Hayek liberalizminin savunucularından neo-faşist J. Evola ve S. Ricossa vardır.

Rougier tam olarak ne istemektedir? Onun karşı olduğu temelde iki düşünce vardır: ilki “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” önermesi, ikincisi ise iktisadi planlamacılıktır. Fakat Rougier kendi anladığı anlamda devletçiliğe ve devletçi elitizime çok uzak değildir. Devleti liberal esaslar çerçevesinde yeniden yapılandırılmasının gerekliliğinden bahseder. Bu açıdan “ucu açık” Manchester liberalizmine karşıdır. Liberalizmi sadece bir özgürlükler rejimi görmenin çok ötesinde toplumsal bir sistem olarak görmek ister. Onun için bir merkezi güç olmalıdır fakat bu siyasal erk piyasayı ve piyasa aktörlerini koruyan bir güç olmalı, dolayısıyla devleti ve toplumu bu kıstaslar etrafında yeniden tanımlamalıdır. Rougier’nin 1929 yılında yazdığı “La Mystique démocratique” adlı kitabında salt demokrasi fikrinin liberalizm ile örtüşmediğini iddia etmektedir. Çünkü ona göre demokrasi eşitlik ve sınırsız özgürlük şeklinde idealize edilmektedir. Bunun sonucu olarak da demokrasi fikri dogmatik bir hal alıp kendi içinde nasyonal sosyalist ve sosyalist sapmalar yaratmaktadır. Yani bir anlamda fazla özgürlük ve fazla eşitliğin yolu nasyonal-sosyalizm ve komünizme çıkmaktadır. Fakat burada Rougier’nin asıl eleştirisi Rousseau’dur. O da Bastiat gibi, Molinari gibi 1789 Fransız devrimine karşıdır, Rousseau’nun toplumsal şartnamesini vatandaş kavramını otoriter ve dogmatik bulmaktadır. Başka bir deyişle 1789 devrimi eleştirisi, sistemin toplumsal eşitsizliği giderici önlemleri kamu politikaları aracılığıyla uygulamaya soktuğu içindir. Rougier ve onun gibileri için daha adaletli vergi politikaları, sermayenin güdümüne bırakılmayan iş piyasaları, asgari ücret uygulamaları ve “vatandaş” kavramı sermayenin gelişmesi önünde engel olarak görülmektedir. Rougier devleti yeniden piyasa merkezli inşa etmeye soyunmuş olan bir elitisttir. R. Rolland’ın 1935 yılındaki bir söyleşisinde (Europe, no 46, 1935) Rougier’yi tarif ederken onun ne kadar elitist olduğunu anlatmaktadır. Rolland’a göre Rougier Latin kültürünün diğer kültürlerden üstün olduğunu iddia etmektedir. Ayrıca toplumsal meselelerinin bir ahlak meselesi olmadığını söylemektedir. Kısacası Rouggier için toplumda iyiler ve kötüler olması doğaldır. Dolayısıyla toplumsal çözümlerin ahlaki temeller üzerinde olması gerekmemektedir. Burada aslında Rougier eşitlikçi vatandaş kavramına ve eşitsizlikleri giderici sosyal devlet anlayışına saldırmaktadır. Piyasa aktörlerinin isteklerine göre yeniden belirlenecek olan bir devlet biçimi için de yeniden merkezi otoriteyi tanımlamak gerekir. Yine bunun içinde az da olsa toplum mühendisliği gerekmektedir. Fakat bu yeni düzen, tasarlanacak olan olan yeni toplum, ahlaki tüm kısıtlamalardan soyutlanmış olacaktır.

Neo-liberalizm düşünce süreci 1929 krizi ile beraber önem kazanmıştır. Sonrasında ikinci dünya savaşına kadar sürecek olan süreç, liberal ekonomide iki zıt görüşün yaygınlaşmasına neden olmuştur. İlki korporatizm, ikincisi de planizm ya da plancılıktır. İlkinden başlamak gerekirse, toplumsal sınıfları uzlaştırmak adına çalışanları profesyonel dernekler çatısı altında toplayan bir sistemdir. Bu yöntemin temel amacı sosyal antagonizmaları asgariye düşürmek, sınıf mücadelelerinin önüne set çekip üretimi buna göre istikrar içinde yeniden düzenlemek olmaktadır. Korporatist düzen faşist İtalya’da denemiş olup, birçok aşırı sağ düşünürün ilgisini çekmiştir. Rougier gibi neo-liberallerin ilgilenmesinin nedeni ise ekonomide korporatist yapılanmanın sosyal meseleleri çözüm sağlaması ve ekonomiye istikrar getirmesidir. Rougier ve diğer neo-liberallerin İtalyan faşizmine sürekli atıf yapmalarının sebebi budur. Aynı yönteme Perroux gibi soldan da sahip çıkanlar olmuştur. Yükselen krize karşı Avrupa’da benimsenen bir diğer yöntem ise planlamacılıktır. 1930’larda marksizmin revizyonundan türeyen karma ekonomik yapıyı savunan, planlamacı, devletçi bir ekonomik politika önerisi Belçikalı sosyalist Henri de Man’dan gelmiştir. Bu planlama önerisi birçok işçi sendikası ve meslek odalarının ilgisini çekmiştir. Birçok işçi sendikası ve meslek grupları sosyalist ve sosyalizan planlar yapmışlar, raporlar yazmışlardır. Planlamacılığın gelişmesi önünde neo-liberaller korporatizmi savunmuşlardır. Bunun iki nedeni vardır: ilki planlamacılığın ekonomik eşitliği sağlayan demokratik yapısı nedeniyle liberalizmi sosyalizme doğru itekleyebilme tehlikesi vardır. İkincisi toplumsal meselelere herkesin eşitliği, özgürlüğü gibi ahlaki çözümler üretmek yerine liberalizmi sol ve sağ tehlikelerden koruyacak ve onu piyasaya göre yeniden düzenleyip sistem haline getirecek bir düzene çok daha fazla ihtiyaç vardır. Mesele istikrarı korumaktır ve “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” önermesi yetersiz kalmaktadır. Sermayenin neyi yapıp yapmadığını neyi geçirip geçirmediğini devletin ve sermayenin beraberce belirleyebileceği bir sistem üzerinde durulması gerekmektedir. Bu bağlamda korporatizm istikrarı yeniden sağlama açısından planlamacılığa karşı bir çözüm olmuştur. Fakat ikinci dünya savaşı ve nasyonal-sosyalizmin dünyayı sürüklediği savaş ortamı, neo-liberallerin istediğini tam olarak karşılamamıştır. Neo-liberalizm barışçıldır çünkü. Rougier ve Lippmann konferansı katılımcılarının hem nasyonal-sosyalizme karşı olup da korporatizme ve İtalyan faşizmine yakın olmasının temel sebebi meslek dernekleri vasıtasıyla sosyal meselelere çözüm sağladığı içindir. Ama eğer faşizm ve nazizm Avrupa’da yıkılmış olmasaydı ve aşırı sağcılar korporatist düzen içinde 1929 çalkantısı ve savaşları istikrarlı bir biçimde savuşturmanın yolunu bulsalardı, Rougier ve Lippmann’cıların faşizme meyletmeleri pek ala mümkün olabilirdi. Bunu hem düşüncelerinden hem de siyasal duruşlarından çıkartabiliyoruz.