İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 60’ncı Yılı

1948 yılında, ikinci dünya savaşı sonrası Birleşmiş Milletler öncülüğünde yazılan beyannamenin maddelerine yeniden göz atmamızın nedeni, İHEB'in 60'ncı yıldönümü olması. Göstermelik hak ve özgürlüklerin yazılı biçimi olan beyanname aslında bir çeşit temenniler manzumesi. XX'nci yüzyılın ilk yarısındaki emperyalist ülkeler arası Pazar paylaşımları için yapılan kanlı savaşlar her taraf için hüsranla sona ermesi, kapitalist ülkelerin yap-boz tahtası haline getirdikleri uluslararası iş bölümünün tekrar yeniden yapılanmasını gerekli kıldı. O zamana kadar yapılan savaş ve katliamlar unutulmuşçasına barış, kardeşlik dolu yeni bir sayfa açılmak isteniyordu.

1948'den 2008'e 60 yıl geçmiş ve bugün 60 yıl önce yazılan metine baktığımızda, metnin temel maddelerinin savaşta taraf olmuş kapitalist ülkeler tarafından uygulanmadığını görmekteyiz. Peki, bu uygulanmamış metin hala neden önemli? Belki asıl soru bu olmalı. Bu sorunun cevabını yazının sonuna saklayarak beyannamenin içeriği ile ilgili söz edelim.

İlk maddesine bakalım: "Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar". Bu kökleri çok eskilere giden "doğa yasaları" ile hiçbir farkı yoktur. Mesela Quesnay doğa yasasını şöyle tanımlar: "insanın mutlu olma, zevk alma hakkı". Fakat daha sonra bir burjuva düşünürü olan Quesnay "hangi insan?" diye sorar ve herkesin aynı yapıda, güçte, yaşta olmadığı sonucundan hareketle, onun için tek bir insan olmadığına göre insandan öte soyut ve tek bir mutluluk kavramı da olmayacaktır diye düşünür.

Örneğin yazara göre çocuk da bir insandır fakat ebeveynlerine bağlı olması gereken bir insandır. Doğal olarak onlarsız yaşayamaz. Yani bir anlamda çocuğun mutlu olma hakkı baba ve anneden geçmektedir, bu doğal bir haktır onun için. Ama ya baba veya anne öldüğünde diye sorar yazar, işte o zaman bu herkese tanınmış ve doğal kabul edilen hak ve özgürlükler çocuk için hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Buradan Quesnay doğa kanunu belirsiz olarak kabul eder, ama tek belirleyici olan adalet düzenidir. Adalet ise yazar için mutluluğun somut hali olan ancak çalışma ile elde edilebilir. Çalışma ise ancak toplumsal sözleşmeye bağlı uzlaşma ile olur. Çünkü çalışma yaşamında güçsüzü, güçlüden koruyan yasalar gereklidir. Böylece Quesnay'e göre toplumsal eşitsizlikler azamiye inecektir. Özgürlük bu bağlamda yine bir şey ifade etmez. Çünkü insanlar özgürlüğü kendi için ve başkaları için kötü kullanabilir ve bunun nedeni özgürlüğün kendine ve başkalarına ne şekilde yararlı olabileceğini bilmediklerinden dolayıdır. Özgürlük dolayısıyla Quesnay için zekâ ile tamamlanabilir. Bu bağlamda özgürlüğü kullanabilme yetisi olmalıdır insanlarda, o da akılla ile mümkün olabilir (bkz. Quesnay'in "Doğa yasaları").

Madde 23'e bakalım: "Herkesin çalışma, işini serbestçe seçme, adaletli ve elverişli koşullarda çalışma ve işsizliğe karşı korunma hakkı vardır. (...) Herkesin kendisi ve ailesi için insan onuruna yaraşır ve gerekirse her türlü sosyal koruma önlemleriyle desteklenmiş bir yaşam sağlayacak adil ve elverişli bir ücrete hakkı vardır".

Bu maddenin uygulanabilir olması için bu maddenin işlemesini sağlayan siyasi bir erk'in var olması gerekir. Oysa salt kapitalizmin içeriği olan piyasa mantığı ile bu madde taban tabana zıttır. Sermaye birikimi üzerine kurulu kapitalist sistemde, emek sömürüsü bir gerçektir. Bu bağlamda emekçinin ürettiği artı-değerin üretim araçları sahibi tarafından el konulacağı savı klasik ekonomi politiğin bir kuralıdır. Üstelik bir diğer kural ise emekçiye üretim başlamadan evvel önceden ödenmiş olan geçim ücretidir. Bu ücret emekçinin salt yaşamasını idame ettirebilmesi için verilir ve sadece temel tüketim maddelerini karşılamaya yöneliktir. Zaten geçim ücretinin üretim öncesi nominal olarak işçiye ödenip, işçinin üretim sonrası ticaret sürecinin dışına atılması, işçinin üretim esnasında yaratacağı artı-değerin tümünün sermayedarın el koyacağının açık bir göstergesidir. Bu süreçte yukarıda ki beyannamenin "adaletli ve elverişli koşullarda çalışma maddesi" tamamen boş bir temenniden öteye gitmemektedir. Üstelik daha sonraki maddelere baktığımızda (madde 26) vatandaşın bedava eğitim hakkı olduğunu öğreniriz. Günümüzde bırakın bedava eğitimi, işçi çocuklarının eğitim kurumlarına girmesi bile, yaşam şartlarının zorluklarından dolayı, mümkün olmamaktadır.

Peki o zaman günümüzde hiçbir anlam ifade etmeyen beyannamenin neden 60'ncı yılını kutluyoruz sorusuna nasıl bir cevap verebiliriz? Naif bir şekilde, kapitalist ülkeler tarafından beyan edilen barış ortamına doğru evrilen bir irade olduğunu düşünebiliriz. Öyle mi? Tam tersi, bugün ABD'nin Afganistan ve Irak'ta sürdürmüş olduğu askeri operasyonlarda bir sürü masum yerli halkın çoluk, çocuk demeden öldürüldüğünü biliyoruz. "Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır" diye yazıyor İHEB'nin 3'ncü maddesinde. O zaman bırakın bütün insanlar eşit doğar masalını, kişi güvenliği herkesin hakkı bile değildir. O zaman asıl mesele nedir?

1948'de savaştan çıkan emperyalist ülkeler için barış ortamını sağlamak birincil önem taşıyordu. O zaman herkesin kanlı geçmişiyle hesaplaşmadan üstünü örten yapılanmalar (AB gibi), evrensel metinlerin yazılması (İHEB gibi) önem kazanmıştı. Yeni bir dünya düzeninde batılı ülkeler, başkaları adına yeni kara sayfalar açmak için, kendileri adına beyaz bir sayfa açıyordu. O kara sayfaların meşrulaştırılmasının ideolojik alt yapısı hazırlandı. Sonra hür dünyayı kurtarmak adına neler yapıldığını 1948 sonrası olaylara göz atıldığında görülür: hatırladıklarım Vietnam savaşı, İsrail - Filistin savaşı, Allende'nin devrilişi, Latin Amerika'daki ABD güdümlü diktatörlükler, Cezayir soykırımı, ABD'nin "bizim oğlanlar" diye nitelediği Evren cuntası, AB'nin seyrederek omuz verdiği Boşnak soykırımı, Körfez savaşı, Afganistan ve Irak'ın işgalleri, Filistin katliamları... Emperyalist güçlerin bu kirli sicili için sürekli suni bir "barış" ortamına ihtiyaçları vardır. Aslında amaçları kendisinden farklı düşünenleri önce zorla, sonra "tatlı dille" yola getirmektir. Daha amiyane bir dille söylemek gerekirse, tokadı attıktan sonra kendileri dışında herkesi "düşündürmeye, sakin olmaya çağırmayı" çok iyi bilirler. Kimdir bunlar? Tabii ki emperyalist ülkeler ve onların bir yandan siyasal erk'e sahip olanları ile öte yandan "aydın" yerel işbirlikçileri. Birinin bagajında "zorla düzen", ötekinin bagajında ise "emperyalizmle uzlaşma ve kaynaşma" vardır. Son tahlilde birbirlerini tamamlarlar. Özellikle günümüzde tek kutuplu bir dünya'da bu durum çok daha belirgin hale geliyor.