İki ülke arasındaki ilişkilerin normalleştirilebilmesi için her iki ülkenin de belirli bir normallik seviyesinde olması gerekiyor.

Normalleştirme üzerine

Bu hafta dış politika yazmak da okumak da çok kolay olmayacak. Ülkenin gündemi artık gündem deyip geçemeyeceğimiz bir hale geldi. Siz buna ister burjuvazinin Türkiye ekonomisinin dönüştürme planı deyin ister Cumhuriyet tarihinde görülmemiş ölçüde insanlık değerlerinden yoksun bir kadronun yıkım gayretinin dehşet verici sonucu, karşımızda duran manzara en hafif deyimle felaket. Eurovision Şarkı yarışmasının puanlama bölümünü izliyormuşuz gibi Türk Lirası’nın değer kaybını izliyoruz.  Bütün televizyon ekranların altından çocuklarımızın geleceği gibi kayıp giden renkli bantlar geçiyor. 

Bu olgudan bağımsız olarak iki konu vardı aklımda. Birincisi zaten nadiren aklımdan çıkan bir konu: Kıbrıs. İkinci konu ise Ermenistan’la yakınlaşma.

KKTC’de parlamento “seçimleri” 23 Ocak’ta yapılacak. Demek ki biraz zamanımız var. Önümüzdeki haftalarda yazılıp çizilebilir bu konu üzerinde. Seçimler sözcüğüne neden tırnak konulduğu tartışılabilir.

Ermenistan meselesi ise hemen tutmazsak elimizden kayıp gidecekmiş gibi bir izlenim veriyor bana. İçinde bulunduğumuz kargaşada kamuoyunda ve kamuoyunu yönlendiren çevrelerin pek de fazla önemsediği bir başlık olmadı sanki. Akepe rejiminin çırağından veya yerli ve milli muhalefet bloğundan “Ezan, millet, bayrak” edebiyatı duymadık. Konuyu izleyen birkaç dış politika yazarı kalem oynattılar sadece. 

Başından başlarsak, konu Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesine dönük adımlar olarak duyuruldu. Neydi bu adımlar? Öncelikle iki tarafın karşılıklı “bizim böyle bir niyetimiz var” beyanları. Ardından aralarında tanıma ilişkisi bulunan ama bugüne dek diplomatik ilişki kurmamış iki ülkenin birer özel temsilci atadıkları söylendi. Bu diplomatik ilişki konusunu biraz açalım çünkü bazen karıştırılıyor. 

Ermenistan SSCB’den ayrılıp bağımsızlığını ilân ettiğinde Türkiye diğer eski Sovyet Cumhuriyetleriyle birlikte Ermenistan’ı da resmen tanıdı ancak diğerlerinden farklı olarak diplomatik ilişki tesis etmedi. Bu, çoğumuzun düşünebileceği gibi, Büyükelçilik açmak, açmamak, oraya Büyükelçi ya da daha az kıdemli bir temsilci göndermek anlamına gelmiyor. Bir ülkeyle diplomatik ilişki kurma niyetiniz varsa başka bir ülkede, örneğin komşu bir ülkede görev yapan bir diplomatınızı da o ülkeye “akredite” edebiliyorsunuz. Uzatmayalım, o zaman anlaşılan her iki tarafta da öyle bir niyet yoktu ve diplomatik bağ kurulmadı. Bunda fazla şaşılacak bir şey de  yok zira o sırada Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki Birinci Karabağ Savaşı devam ediyordu.

Görece genç ve belleği çok güçlü olmayan bir toplum olduğumuz için anımsatmakta yarar var. Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilk normalleştirme girişiminin tarihi 1993. O tarihte olup bitenleri merak edenler varsa ArtıTv’de o sürecin mimarlarından sayılan Samson Özararat’la yapılan söyleşiyi izlemelerini öneririm. 

O programda benim dikkatimi çeken Özararat’ın sürecin neden başarısız olduğuna dair tahliliydi. Özararat’a göre Ermenistan bir tür güven artırıcı önlemlerle ağır ağır yol almaktan yanaydı. Erivan, küçük ve çözümü nispeten kolay olabilecek sorunlardan başlayarak ilerlemek istiyordu. Türkiye ise “1915 olaylarının” tanımında anlaşalım öyle devam ederiz görüşünü savunuyordu.

İlk elden şunu söyleyelim bir kere. O dönem Ermenistan’ın tutumu son derece sağlıklı ve isabetliyken Türkiye’ninki ucuz bir fırsatçılıktan başka bir şey değil. 

Birinci sürecin bana ilginç gelen yönünü aşağıda anlatmaya çalışayım.

Bugüne kadar bizim kamuoyunda mesele tartışılırken Ermenistan’ın “soykırım” olgusu kabullenilmeden hiçbir normalleştirme adımına girişme niyeti olmadığı izlenimi hakimdi. Bunu doğrudan Erivan’dan duymasak da, Türkiye’de bir kısım yüksek sesli ve entellektüel görünümlü tayfa bırakın ilişkileri normalleştirmeyi Ermeni Soykırımı’nı kabul etmezsek nefes bile almaya hakkımız bulunmadığında ısrarlıydı. Aynı görüşü ABD ve Fransa’da yerleşik Ermeni diasporasını temsil iddiasındaki kurumlardan da duyuyorduk. 

Bu meseleye değinirken 1915, öncesi ve sonrasında yaşanan ve sonuçta Anadolu’daki milyonluk Ermeni nüfusunun bugün yok seviyesine gelmesine sebep olan kitlesel katliam ve göçtürmelerin tarihsel, hukuki ismine dair  tartışmalara girmek niyeti taşımıyorum. “Vay efendim ittihatçı Komünistler!” filan diye cayırtı koparacaklardan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu “doğuştan gelen bir günah”, Cumhuriyeti de olmaması gereken bir “tarihsel kaza” olarak görenlerden çekindiğimden değil. Başka vesilelerle meramımı daha ayrıntılı anlatır, onları dinler, sonuçta kendilerine zihin açıklığı diler, geçerim. 

Benim derdim iki taraf için de yararlı olması gereken diplomatik bir yakınlaşma sürecini, destekleme görüntüsü verirken döküp saçtıkları ve o süreçle birlikte zihnimizi de zehirleyen çarpıklıklardan arındırarak incelemeye çalışmak. 1993’te yaşanan ve başarısızlıkla sonuçlanan sürecin de teyit ettiği ve uzun yıllardır savunduğum çizgi şu: Hiç de dostça sayılmayacak bir bölgede siyasi olarak da ekonomik olarak da yaşam savaşı veren Ermenistan’ın emekçi halkının öncelikli derdi Türkiye’nin 1915’te yaşanan katliamları “soykırım” olarak tanıması değil. Ermenistan halkı güvenlik, barış ve insan gibi yaşamak istiyor. Tıpkı Türkiye emekçi halkının istediği gibi. 

Emperyalizmin eğri gemisini suyun üstünde tutmak ve sömürü düzenini devam ettirmek için bölge halklarının acılarıyla semirtilmiş milliyetçilik virüsüyle gidilebilecek tek istikamet daha fazla savaş ve daha fazla acı.

Gelin biz yine diplomasinin soğuk ve duygusuz sularına dönelim şimdi. Ne diyorduk? İki ülke arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi. Şu an üçüncü denemedeyiz. İkinci denemenin tarihi ise 2009. Bu defa bir de yazılı belge var: Zürih’te imzalanan "Türkiye ile Ermenistan Arasında Diplomatik İlişkilerin Kurulmasına Dair Protokol". Yarı resmî kanallardan yürütülen birinci sürece oranla çok daha fazla aktörü var ikinci sürecin. AB, ABD, AK (parti olan değil Avrupa Konseyi), Rusya, Fransa vs..

Bu protokol ilk süreçte Ermenistan’ın ortaya attığı bir dizi güven artırıcı önlemin ötesinde bir de Ortak Tarih Komisyonu kurulmasını ve sınır kapılarının açılmasını da kapsıyor. O sürecin neden yürümediği sonusunda ise rivayet muhtelif. Bildiğimiz protokolün daha yürürlüğe girmeden tarihe gömüldüğü.

Yazı bitmeden geçen hafta duyurulan üçüncü sürece de değinmek gerek elbette. Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin normalleştirilmesi. Tarih 2021.

Dış politika yazarlarına bakılırsa ABD ve AB’nin de destek verdiği (hatta belki de arkadan ittirdikleri) bir süreçten söz ediyoruz. Hedef İkinci Karabağ Savaşı’nın ardından bölgeye iyice yerleşen Rusya’nın Güney Kafkasya ve özellikle de Ermenistan üzerindeki etkisini azaltmakmış. Bu mümkün olabilir mi? Sanmam.

Türkiye’yi motive eden ise Zencezur koridorunun açılmasıyla siyasi ve mali anlamda Turan’ın kollarına koşma imkanlarının doğmasıymış. MHP’nin sessizliğini bununla açıklamak mümkün belki de. Dolayısıyla bu ikinci önermeyi en azından gerçeğin küçük bir parçası olarak kabul edebiliriz. Büyük parçaya ise ülkeyi görülmedik bir çukura düşüren Akepe’nin Emperyalizmin Batı cephesinden sevap puanları elde etme beklentisini rahatlıkla yerleştirebiliriz.

Bütün bu önerme ve fikir uçuşmaları bu defaki denemenin başarılı olacağı varsayımına dayanıyor tabii ki. Diplomatik Disneyland’ın bu yeni etkinliğinde unutulan bir iki husus var ne yazık ki!

Birincisi Güney Kafkasya’da Rusya’nın onay ve desteği olmadan hiçbir taşın yerinden kolay kolay oynayamayacağı. Özellikle de Ermenistan sözkonusu olduğunda. Rus çarlığından başlayarak SSCB döneminde de, bugün de Rus ve Ermeni halkları arasındaki etkileşimi bilmeden analiz yapmaya kalkışmanın böyle “ufak” sakıncaları oluyor işte. 

İkincisi ve bizim açımızdan daha vahimi ise şu: İki ülke arasındaki ilişkilerin normalleştirilebilmesi için her iki ülkenin de belirli bir normallik seviyesinde olması gerekiyor. Buradaki normalliği lütfen akıl sağlığı, rasyonel davranış gibi algılamayalım. Onlar psikiyatrinin konusu. Siyaset biliminde ve diplomaside normallik kavramının içinde barındırdığı esas öge “norm” yani kuraldır. İki ülke arasındaki ilişkilerin yürütülme biçiminde, biraz daha açarsak her bir ülkenin yönetilme biçiminde belirli kuralların öngörülebilir bir süre geçerli olacağı anlayışıdır. Yani normalleşme için norm gerekir. 

Bugün yaşadığınız ülkede böyle bir durum, daha açık bir deyişle  herhangi bir kural, kurala uygun davranış ve öngörülebilirlik mevcut ise Türkiye dışında yaşıyorsunuz demektir.