Değiştirmek isteyenler kalabalıklara girmedikçe, henüz oluşmamış kalabalıkları yaratmadıkça düzen durduğu yerde durmaya devam eder.

Kimin umurunda?

Düzenin sahipleri, efendileri, koruyucuları, savunucuları açısından şu küresel salgın adı verilen olgu gerçekten büyük bir sorun mudur ya da ne ölçüde sorundur? Bu soruyu kafamda çevirip duruyorum birkaç gündür. En sonda söylenmesi gerektiği düşünülebilirse de, ulaştığım yanıtı en başta söylemiş olayım: Düzen açısından çok da sıkıntı veren bir sorun olduğunu sanmıyorum. En azından şimdilik ve en azından, ilk cümlede sıralananların başındaki sahipler ve efendiler açısından…

Sahipler ile efendiler arasında ne fark var? Bu soru akla gelebilir. İlk sözcük tarihsel ve kuramsal açıdan bu düzenin sahiplerini anlatıyor. Efendiler dediğim, onlarla birlikte, onların icazeti ile, kimi zaman da onlarla belli sürtüşmelere girerek karar alıp uygulama konumunda bulunanlar. Koruyucular silahlı ve silahsız olarak düzeni koruyup kollayanlar, savunucular ise daha çok düşünsel üretimleriyle aynı koruyup kollama işini yürütenler. Hepsi belirli bir bütünlük oluşturmakla birlikte aralarında hem sınıfsal köken hem de üstlendikleri işlevler açısından ciddi farklılıklar söz konusu. İlk iki küme için salgının önemli bir sorun olmadığı, son iki küme içinse sorunun uzadıkça ağırlaşan bir özellik taşıdığı ileri sürülebilir.

Düzenin sahipleri açısından çok da ciddiye alınacak bir sorunun olmadığının çarpıcı göstergeleri yıl sonunda ortaya çıktı. Yere göğe konulamayan demokrasisi hem gülünç hem acıklı bir zavallılık içinde debelenen ABD’de büyüklük bakımından önde gelen firmalarda kârların çok önemli düzeyde arttığı açıklandı; ekonomik ve siyasal güç atışını da biz ekleyebiliriz.  Rakam kalabalığına boğmamak için ayrıntıya girmeyelim. Bizim ülkemizdeki sahipler de “pandemi yılı”nda kârlarını katladılar. Cenaze töreninde tabutunun arkasından onbinlerin yürüdüğü dillere destan edilmiş varlıklı yurttaşın adıyla anılan holdingin kârını beşte dört oranında artırdığı, adı cumhuriyetle özdeşleştirilmeye çalışılan “devlet eliyle yaratılmış kapitalist” şirketin ise kârlarını ikiye katladığı yazıldı; okuyup öğrendik. Bu ikincisinin iş başındaki en küçük bireyinin ABD’nin en gözde yaşama ve caka satma yerlerinin birinde eşiyle birlikte görüp beğendikleri bir malikâneyi başarılı bir pazarlık sonunda 19 milyar dolardan 14.5 milyara indirip, bir de nakit ödeyerek satın aldığını da bu konularda uzmanlaşmış bir Amerikan dergisinde okuduk. İçinde yaşamakta olduğumuz uzun sürmüş dönemin simgesi durumundaki “beşibiryerde”ye, Tanrı’nın mı artık kimlerinse, ne kadar yürü ya kulum dediğini ise hiç saymıyorum bile.

Gerçi, onlar da insan elbet, onların da herkes kadar sağlıklı olma hakları var, sağlıklarının bozulma tehlikesi karşısında huzurları kaçabilir. Dolayısıyla, konuya sadece para pul, kâr kazanç hesaplarıyla bakmak doğru olmaz. Ama, onlardan herhangi birinin, içeride dışarıda, salgından korktuklarını, o yüzden yaşayışlarını değiştirdiklerini, hele hele hastalanıp yoğun bakım yataklarına düştüklerini ne gördük ne işittik. Yalnız, haksızlık etmeyelim, içlerindeki en kıdemlilerden birinin doksanıncı yaşı dolayısıyla verdiği doğum günü partisinin ardından virüs testinin pozitif çıkması üzerine kendisine ait hastaneye yatırıldığını haber almıştık. Neyse ki, on gün kadar sonra taburcu olduğu haberi de geldi ve iş dünyası derin bir soluk aldı.

Can sıkıcı sağlık sorunları yaratmayışının yanı sıra, salgının alışkın oldukları yaşama biçimlerinde çok fazla değişikliğe yol açtığı da söylenemez doğrusu. Örnek olsun, yaz başlangıcındaydı galiba, İstanbul Boğazının kıyıcığındaki pek mütevazı yalısının önünde bisiklet sporu yaparken verdiği fotoğrafla görenlerin denize düşecek diye yüreklerini hoplatan genç işadamının görüntüsü, salgın günlerinin simgeleri arasında yer aldı. Aynı simgeler arasında, şimdi unuttuğum için nerede olduğunu yazamadığım çiftliğinde sevimli eşeğiyle uzun saatler geçiren ünlü iş kadınının görüntüsünü de sayabiliriz.  Az önce sözünü ettiğimiz doğum günü partisi de bu alışıldığı gibi süren hayatların bir örneğiydi aslında. Ama, biraz şanssızlık oldu sonunda. Oysa, en büyük kapitalistimizin davetlilerden korona virüs negatif testi istediği de yazılmıştı haberlerde. Demek, kapıdaki asgari ücretli bekçilerden biri, negatif test belgelerini kontrol ederken ya istemeden ya da, daha büyük olasılıkla, bile isteye dalga geçmiş. Bu sadece bir tahmin olmakla birlikte, doğru çıkma olasılığını kabul etmek için asgari ücretle bir ay yaşamayı denemek yetebilir. 

En kötüsü, aklı başında uzmanların öngörülerine bakılırsa, salgının sönümlenme denebilecek bir önem yitimine uğraması bu yılın, belki de 2022’nin sonundan önce gerçekleşmeyecek. Hatta bu hastalığın sündükçe sünen bir salgın olarak insanlığın başına musallat olmaya devam edeceğini öne sürenler de az sayılmaz.

Bu “sünme” sözcüğünü, bir salgınbilim terimi olmadığını ekleyerek, ilk kez burada Dr. İlker Belek kullanmıştı. Ben de 18 Ağustos günkü yazımda daha bir açıklayıcılık kazanabileceği gerekçesiyle “sündürme” biçiminde yinelemiştim; kendi başına değil, bazı dışsal etkenlerle uzayıp gitme anlamında…     

Epeydir son umut düzeyinde öne çıkarılmış aşılamanın da halkın umduğu, hiç değilse büyük bir bölümünün çare olarak gördüğü ölçüde bir çözüm sağlamayacağından, en azından bizim ülkemizde böyle olacağından kaygı duyulabilir. Sündürme sözcüğünün çok uygun düştüğü kararsızlıklar, yanlış kararlar, gecikmeler, saydamlıktan uzak uygulamalar, bu düşünceye belli bir haklılık kazandırıyor. 

Bu arada, aşı geldi, geliyor, şöyle yapılacak, böyle yapılacak diye diye düzen siyasetçilerinin kayıkçı kavgasını andıran çekişmelerinde kullanabilecekleri yeni bir argüman ortaya çıkabilir. Eskiden, Demireller, Ecevitler ve benzerleri siyaset sahnesindeyken, ilk kullanan Demirel olabilir, rakiplerinin beceriksizliğini anlatmak için “Bunlar beş koyunu güdemezler!” biçiminde dillendirilen bir aşağılamada bulunurlardı. Bunun ülkemizin kapitalizm öncesi dönemlerinden kalma bir kültür mirası olduğu kabul edilebilir. Şimdilerde, korona günlerinde, “Beş maskeyi bile dağıtamadılar!” eleştirisi çıktı; ilkine göre daha nesnel, daha çok gerçekleri yansıtır bir saldırı idi; ayrıca, pre-kapitalist izler taşımıyordu. Olası bir aşı beceriksizliğinden sonra şöyle bir söylem yayılabilir: “Sizin aşınızı beklerken soğukta milletin kolu dondu!” ya da daha bilimsel görünümlü bir eleştiri yöneltilebilir, “Siz iki doz aşıyı bile denk getirip yapamazsınız!”

Öte yandan, bu sünme ya da sündürülme ile birlikte “sağlık için asayiş” denebilecek bir mantık icat edildiğine değindiğimi hatırlıyorum. Ceza yasası ve benzeri baskıcı mevzuata hiç gerek duyulmadan, çok meşru görünen salgına karşı mücadele gerekçesiyle her türlü toplumsal hareket kriminalize edilir oldu ve bu tutum git gide yaygınlaştı. En son örneğini, Boğaziçililerin ve onlarla birlikte davranan üniversite öğrencilerinin yasal eylemlerinin korona ile mücadele gerekçe gösterilerek engellenişinde gördük.

Sözü şuraya getireceğim: Geçen gün dinledim. Gençten, akıllı bir çocuk. Buralarda bir miktar dirsek çürüttükten sonra Harvard’a gitmiş, benzer konularda çalışıyormuş. Sağlık herkesin eşit ve parasız yararlanması gereken bir insan hakkıdır, türünden aklı başında sözler ediyordu. Daha epey uzun bir süre, bir yıl, iki üç yıl, hem uzun hem epeyce belirsiz bir süre daha maske takmak ve kalabalıklara girmemek gerektiğini, üstelik bunun aşı olsa da gerekli olduğunu söylüyordu.

Maske neyse ne, alıştık sayılır da, kalabalıklar denince iş değişiyor. Bu düzen dünyaya kazık kakmaya devam ettikçe, bitirilebilecek olsa da ne salgınlar biter, ne savaşlar, ne yokluk, ne yoksulluk… Bunu da, kazık kakanın kazığını söküp kendisiyle birlikte fırlatıp atmadıkça kurtuluş olmadığını da biliyorsak,  şunu da biliyor olmalıyız: Değiştirmek isteyenler kalabalıklara girmedikçe, henüz oluşmamış kalabalıkları yaratmadıkça düzen durduğu yerde durmaya devam eder. Demek, bir yolunu, bir değil birden çok yolunu bulmak gerekiyor. Bulmamış olmaz.