Önce aristokrasi, sonra da nöbeti ondan devralan burjuvazi göksel bir dayanak olmadan hükmetmekte zorlanıyor. Kavuk işte bu yüzden zulmün iktidarını simgeliyor.

Kavuk devrilir mi?

İran halkı ya da halklarıyla bin yılı aşkın süredir birlikte yaşıyoruz. Ayrıştığımız noktalar olsa da ortaklaştıklarımız çok daha fazla. Her şeyden önce dillerimiz ayrı olsa da binlerce sözcüğümüz ortak. İran’da yaşayan ve anadili Türkçe olan milyonları saymıyorum bile. Kimilerine göre nüfusun yüzde 30’u, kimilerine göre yarısı. Osmanlı Devleti’nin, Fatih gibi sultanlarının  Bizans’ın mirasçısı olma iddiası ne kadar gerçek ise, Büyük Selçuklu’nun İran’da edindiği devlet yönetme yöntem ve deneyimlerini İstanbul’a taşıdıkları da o kadar gerçek. İlgisiz ve habersiz kalamayız.

1979’da İran Şahı’nın devrilmesinin dünya ve Türkiye bakımından çoğu da hâlâ devam eden etkilerini sıralamaya başlasak sayfalar doldururuz. Benim kişisel tarihimdeki en açık etkisi ise “Şahları da vururlar”. Hiç ölmemesi gerektiği için ölmediğini varsayabileceğimiz bir büyük söz ustasının, Ferhan Şensoy’un yapıtı. Geçtiğimiz günlerde yeniden sahnelendi. Umarım devamı da gelir ama kitabını okuyarak “Devrim İranı”nı hissetmek de mümkün. 

Ne diyorduk? İran Devrimi. İran Devrimi’ni mollalar tek başlarına yapmadılar ama kısa bir süre içerisinde ele geçirdiler ve tarihsel anlamda ileri bir adımı gerisin geriye karanlığa doğru bir koşuya dönüştürdüler. Bunun nesnel ve öznel sebepleri tartışılabilir ama devrimciler için bu olgunun tartışma götürür bir yönü yoktur. İran rejimi, kimin yanında, kimin karşısında durduğu meselesinden bağımsız olarak gerici bir rejimdir.

Dünyada olup bitenlere değişik bakma şekilleri mevcut. Bunlardan bir tanesi en fazla maddi güce sahip olan odakların bütün gezegeni denetledikleri, gelişmeleri belirledikleri, uluslararası ilişkileri kendi çıkarlarına uygun olarak yönlendirdikleri varsayımına dayanıyor. Konaklama tesislerinde satılan kitaplara bakarsanız müridi çok bu bakış açısının. Batılı gericilerin Evrim’in karşısına bir alternatif olarak koymaya çalıştığı Akıllı Tasarım’ı (Intelligent Design) kavramını çağrıştırıyor bende. Önceden üstün bir zekâ tarafından belirlenmiş bir düzen var da hayat bunun doğrultusunda şekilleniyormuş gibi. Sonuçta bir tür inanç ama bilim yerine konması mümkün değil. Gerçek de değil.

Dünyada çok güçlü odakların bulunduğu reddedilemez bir gerçek. Bunların kendi çıkarlarını maksimize edebilmek için dünyanın çeşitli ülkelerine fikri ve fiilî olarak müdahale ettikleri de öyle. Gelin görün ki, evde yaptığı hesabı çarşıya tam uydurabilen kimse yok. Adlı adınca söyleyelim, Emperyalizm büyük çaba ve kaynak harcıyor gezegen üzerindeki üstünlüğünü koruyabilmek için. Emperyalizm dediğimiz şeyin bugünkü dünyada en net biçimde cisimleştiği devlet ABD. ABD’nin ve onun bilge yardakçısı konumundaki Birleşik Krallığın dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi, Orta-Doğu’daki çıkarlarını koruyabilmek için de zamanında attığı ve bugün de atmakta olduğu bir dizi adım var.  

Biraz geçmişe uzanırsak CENTO’yu ele alabiliriz. Onun bir de atası var: Bağdat Paktı. Kuruluşu 1955. 1959’da CENTO’ya dönüşüyor. Temel amacı SSCB’nin ve özellikle de Sosyalizm düşüncesinin bölgede kök salmasını engellemek. Varlığını 1979’a kadar sürdürebilen örgütü bugün anımsayan bile yok. 

Örnek çok ama diplomatik arkeolojiden çıkıp daha yakına gelirsek, 2 yıl önce yine ABD öncülüğünde yaşama geçirilen İbrahim Anlaşmaları girişimi var. Filistin davasını geçmişe havale etmek ve İsrail sömürgeciliğini kalıcı hale getirmenin diğer adı. Şimdilik yürüyor. Buna karşılık ilk başta beklendiği hızda değil. Suudiler ayak sürüyorlar hâlâ. Aynı Suudiler, Rusya-Ukrayna savaşını izleyen saflaşmada ABD’nin yanında yer almadıkları gibi, Amerika’nın enerji politikalarıyla Rusya’nın soluğunu kesmeye yönelik girişimlerini de baltaladılar açıkça. Oysa Akıllı Tasarım’a göre ABD ne derse yapmaları gerekirdi.

İran’a geliyoruz yavaş yavaş. Benim İran’a ilişkin mesleki bilgim sınırlıdır. Dosya üzerinde hiç çalışmadım diyebilirim. Çeyrek yüzyıl önce yaptığım kısa bir ziyaret dışında görmüşlüğüm de yok. Buna karşılık okuma-yazmam var. Başka bir deyişle bu satırları bir diplomat eskisi sıfatıyla değil, dünyayı anlama konusunda merak ve çaba gösteren bir birey sıfatıyla yazıyorum.

İran, Orta-Doğu’da “Büyük Şeytan” olarak adlandırdığı ABD ve hempalarının tekerine çomak sokan bir ülke. “Küçük Şeytan” dediği İsrail’i yok etmeyi devlet politikası olarak ilan etmiş. Yine İsrail’i en çok zorlayan direniş odaklarından biri olan Lübnan Hizbullahı’nın baş destekçisi. Suriye’nin parçalanarak İsrail’in daha da rahatlatılmasına dair plana karşı arazide savaşan iki ülkeden biri. Yemen’deki ayaklanmanın bir tarafına verdiği destekle Suudi Arabistan’a kök söktürüyor. Dış politik anlamda benim de içimi ısıtan bu tutum dizgesi İran’ı anti-emperyalist mi yapıyor? 

Örnek olsun, bir dönem Afrika’daki sosyalist direnişlere fiili destek veren Küba maruz kaldığı acımasız ABD ablukasına karşın artık dünya sahnesinde en çok insanlığın hizmetinde bir devlet olarak sivriliyor. Salgınla mücadele için bilim ve sağlık personelini mobilize edip salt yoksul ülkelerin değil İtalya gibi emperyalist Batı’nın ayrılmaz parçası olana bir ülkede yaşayanların dahi yardımına koşuyor. Bütün bunları yaparken kısıtlı olanaklarıyla halkını daha da kalkındırmaya, sağlık gibi, barınma gibi, cinsel kimliğini özgürce yaşama gibi temel insan haklarını ileri götürmeye çalışıyor. 

Hangisi anti-emperyalist? Küba mı, halkını soyan, ülkenin doğal zenginliklerini bir avuç kavuklu soytarıya yağmalatan, saçı gözüktü diye insanlarının canına kasteden, idam eden, boğazlayan İran rejimi mi? 

İran’da iki ay önce başlayan olayların en azından kimi bölgelerde şiddete evrildiğini gösteren çok sayıda işaret var. Bu şiddet eylemlerinin en azından bir bölümünün, bölgede İran rejiminin yarattığı “sıkıntı”dan kurtulmak isteyen ABD, Birleşik Krallık ve İsrail gibi devletlerin servisleri tarafından desteklendiğini ve destekleneceğini öngörmek de mantıklı. Bu ülkelerin çok etnili bir devlet olan İran’ın bölünerek zayıflaması için hiçbir özveriden kaçınmayacakları da.

Olaylar nereye evrilir? Rejim yıkılır mı? Bu soruların yanıtını kimse veremiyor. Gösterilerin odaksız, örgütsüz, lidersiz olduğu da, İran işçi sınıfının direnişe henüz tam anlamıyla katılmadığı da doğru. Tahran’da, Tebriz’de, Meşhed ve İsfahan’da sanayinin şalterleri tamamen indiğinde direnişin başarı şansının artacağı ve bir grup asalağın İran halkının sırtından atılmasının da kolaylaşacağı kesin. 

Kavuklular gider de yerine örneğin külahlılar gelirse yanarız biteriz diye, kavuğun yanında saf tutmanın bazıları için anlamı olabilir ama benim için mümkün değil. Böyle bir akıl yürütme burjuvazinin iktidarını getireceği için Fransız Devrimi’ne karşı çıkıp 16. Louis’nin yandaşı olmaktan farksız.

“Bir kavuk devrildi” Müsahipzade Celal’in tiyatro eseri. Bir de sinema uyarlaması var. Muhsin Ertuğrul’un imzasını taşıyor. Filmin ilginç yönlerinden biri Nâzım Hikmet’in senaryo yazarları arasında bulunması. Hak etmediği bir mevkiye yükselen, çobanken Sadrazam olan bir adamın hikayesini anlatıyor özetle. Film bir yangında tahrip olduğu için bugün izlemek mümkün değil. Bununla birlikte oyunun ve filmin ana izleği çevremizde olup bitenlerle her gün yeniden sahneye konuyor. Dinsel sömürüye dayanan berbat yönetimlerin kanlı maceraları ve halkların bu yüzden gördüğü zulüm. 

Oyuna adını veren kavuğun iktidarı temsil ettiğini biliyoruz. Sınıfsal ve dinsel iktidar. İnsanlık tarihi bu iki unsurun ittifakının örnekleriyle dolu. Önce aristokrasi, sonra da nöbeti ondan devralan burjuvazi göksel bir dayanak olmadan hükmetmekte zorlanıyor. Kavuk işte bu yüzden zulmün iktidarını simgeliyor ve tam da bu yüzden kavuk devrilince Devrimciler umutlanıyor.

Zira devrilen her kavuk yeni bir hayat ihtimalidir.