İkiz deprem sonrasında Akepe rejiminin neden geç ve yetersiz tepki verdiği bir haftadır tartışılıyor. Benim tahminim iki etkenin ardışık olarak rol oynadığı.

Doğal afet, yapay felâket

Siz bu satırları okurken bir hafta bitmiş olacak. Geçen sürede yaşadığımız derin acı ve duyduğumuz büyük öfkeyi katlayan bir sürü gerçekle de yüz yüze geldik. Bunları anlatanlar, yazanlar oldu. Böyle zamanlarda o büyüyen söz kütlesine bir ek daha yapmanın yararı var mı diye düşünmeden yapamıyor insan. Yine de kendimi tersine ikna ediyorum. İnternet dediğimiz uçucu aleme birkaç not düşmek belki de diğerleriyle birleştiğinde büyüyecek küçük bir değişikliğe neden olur umuduyla oturuyorum bilgisayarın başına. 

İzlediğim kanallarda “mucize” kurtarma operasyonlarıyla birlikte sahadaki korkunç tablo da yansıyor. İlk saatlerde aklıma gelen bir cümleyle başlamak en iyisi: Bu halktan da ülkeden de umut kesemeyiz. Dünyanın bütün halklarında olduğu gibi kötülerimiz var ama iyiler ezici bir çoğunluk oluşturuyor. Asıl sorunumuz iyiliğin örgütlenmesi. İyilik örgütlendiğinde örgütlü kötülüğün de doğal afetin getirdiği güçlüklerin de üstesinden gelebiliyor.

Türkiye’nin kötülerce ve kötü yönetildiğini açıkça görmek için bu afete ihtiyacımız yoktu. Biliyorduk. “Çöp olsun bizden olsun” ve “hangi işten kaç para kaldırırız” anlayışının bir noktada duvara çarpacağı da belliydi. 

Dev boyutta olduğu konusunda kuşku bulunmayan ikiz deprem Türkiye’nin on ilini harabeye çevirdikten saatler sonra bile İstanbul Borsası’nda birileri alım-satım yapıyor, yıkımın kâra dönüşeceğinden emin olanlar çimento ve beton şirketlerinin hisselerine saldırıyordu. Kapitalizminin en gelişmiş keriz silkeleme mekanizmalarından biri olan borsanın kapanması için şiddetli itirazların yükselmesi ve iki tam günün geçmesi gerekti. Akepe düzeni için sermayenin, yıkıntıların altında kalan milyonlardan çok daha önemli olduğunu bir kez daha anlamış olduk böylece.

İkiz deprem sonrasında Akepe rejiminin neden geç ve yetersiz tepki verdiği bir haftadır tartışılıyor. Benim tahminim iki etkenin ardışık olarak rol oynadığı. Birincisi hemen hemen her olayda gösterdikleri “büyütmeyin, meseleye hakimiz” refleksiydi. On yıllarca süren “meşakkatli” bir çabayla ele geçirip öldürdükleri Cumhuriyeti ellerinden kaçırmama içgüdüsüyle hareket ettiler. İkiz depremin devasa boyutu ve yıkımın ana hatları belli olduktan sonra ise yetemediler. 

Kendi adıma, Akepe’ye şeytani bir zekâ atfedenlerle yıllarca tartıştım. Evet, akıl hocaları vardı, hedefleri vardı, bunlara ulaşmak için yararlandıkları araçlar vardı. Dışarıdan ve içeriden önemli ölçüde destek aldılar. Ancak zaman içinde yoksullaştılar. Gülmeyin, halkın sırtından kazandıklarıyla servetleri büyürken, fikren yoksullaştılar.   

Benim gibi biyoloji bilgisi yıllardır izlediği belgesellerle sınırlı olanların bile anlayacağı bir örnekle anlatırsam, birlikte yola çıktıkları liberaller, solcumsular, fethullahçılar sürüden ayrılınca gen havuzları fakirleşti. Geriye bugün gördüğümüz bitkisel bakanlar, mutasavvıf AFAD başkanları, Türkçe okuma yazması sınırlı, trolden bozma “gasteciler” kaldı. 

Böyle bilimden nasipsiz bir kadro bu ölçüde bir afetle başa çıkmaya yetemezdi. Yetmedi de. Bu yüzden de daha iyi bildikleri bir yol tutup afet yerine halkla mücadeleye kalkıştılar. OHAL ilân ettiler. Kimseyi konuşturmazlarsa, kötü haberlerin yayılmasını engellerlerse meselenin en zor kısmını çözeceklerini düşündüler. Olmadı. Aksine, bir afet sırasında, afetzedeler enkaz altından dışarıya sosyal medyadan ulaşmaya çalışırken iletişime geçmeye çalışırken Twitter’ı kapatarak isimlerini tarihe bir kez daha “hâkî” harflerle yazdırdılar. Sonra da tırıs tırıs geri adım attılar.

Afet sonrasında barınma olanağından yoksun kalan, daha doğru bir deyişle, Akepe’nin bayraktarlığını yaptığı çakma beton düzeni tarafından yoksun bırakılan milyonları barındırmak için buldukları çözüm ise üniversiteleri kapatıp öğrencileri yurtlardan sürmek oldu. Düzenin liderinin ilk büyük “müjdesi” ise yeniden inşaattı. O müjde de aslında halka değil, yıkımın başlıca sorumluları oldukları kadar iktidarın da başlıca payandasını oluşturan inşaat sermayesine verilmişti. Yıkıntının Akepesi burada kalsın şimdilik.

Hafta boyunca elimden geldiğince ikiz depremin Batı basınındaki yankılarını ve uluslararası tepkiyi izlemeye çalıştım. Kimi ülkelerin yardım ekipleri ülkeye ve bölgeye çok hızlı ulaştılar. Dışişleri Bakanlığı’nın Pazar sabahı itibarıyla paylaştığı rakamlara göre 99 ülke yardım teklifinde bulunmuş. Bunlardan 68’i halen alanda 8850 personelle görev yapıyormuş. 14 ülkenin daha 1295 görevlisi yoldaymış. Yardım teklif eden ve yardıma geldiği belirtilen ülkelerden bazıları çok ilgi çekti. Yunanistan’ın yardım ekiplerinin kurtarma görüntüleri, Yunan Devlet Televizyonu Birinci kanalının haber bültenini Kazım Koyuncu’nun türküsüyle başlatması, Ermenistan kara sınırının 35 yıl sonra ilk kez yardım konvoyları için açılması çok konuşuldu. Birçok ülke deprem bölgesinde sahra hastaneleri kurdu. Bütün bunlar uluslararası dayanışmanın ve “insanın bencil olmadığının” mutluluk verici kanıtlarıydı. Diğer yandan ABD’nin G.H.W. Bush adlı uçak gemisini Türkiye’ye “yardım amacıyla” göndermekte olduğunu da öğrendik. Daha sonra bu bilgi kısmen değişti. Zaten Atina’da demirli olan bu uçak gemisi ve refakatindeki filotillanın “Türkiye’nin talep etmesi halinde” destek sağlamak üzere Rodos açıklarında bekletildiği bildirildi. Sinek öldürmek için bazuka kullanan Amerikan medeniyetini bire bir yansıtan ABD’nin tavrındaki bu değişikliğin  sebeplerini bir gün öğreniriz belki.

Batı basınında ikiz depremin kapsamı, şiddeti, sonrasında yaşananlar aktarılırken Türkiye’ye dair kimi önyargıların aşılamadığını da gördük. “Saldırgan mizah”ın başlıca temsilcisi olarak bilinen, bu yüzden ağır bir bedel de ödeyen Charlie Hebdo dergisi saçma sapan ve yersiz bir karikatür yayınladı. Batı’nın Ukrayna savaşının uzamasına yol açan silah desteğini eleştireyim derken çam devirdi ve bana sorarsanız altında kaldı. Gerçi bu, Charlier Hebdo’yu uzun süredir takip eden ve uzun süredir hâkim olan faşizan eğilimleri bilenleri de şaşırtmadı.

Le Figaro gazetesinin yanlış anımsamıyorsam Perşembe günü yayınladığı haber de editoryal tercih bakımından ilginçti. Deprem bölgesindeki İskenderun’da yaşananları çok ayrıntılı ve olabildiğince objektif aktaran iki sayfalık haber “Tamamen dış yardıma bağımlı İskenderun’da” başlığıyla çıktı. Le Figaro’nun sahibini, Dassault grubunun Fransız sermayesi içindeki hâkim ve ayrıcalıklı yerini, siyasi bağlantıları ve etkileme kapasitesini tarttığınızda bu editoryal tercihin tesadüf olup olmadığı, ileriye dönük bir politik seçeneği yansıtıp yansıtmadığı da sorgulanmalı. 
 
Le Monde gazetesi 9 Şubat nüshasında “Kürdistan’da devlete karşı öfke” mealinde bir habere yer verdi. Haberde Kürtlerin yaşadığı bölgelere kasten yardım edilmediği iddiaları yer alıyordu. Haber, Akepe iktidarının sermaye yanlısı, yolsuz ve  nepotik karakterini kimlikçi perspektife indirgemenin karşı konulmaz cazibesiyle kaleme alınmıştı. Ne de olsa, Fransız okuyucu ya da uzun zamandır Le Monde’u kontrol altında tutan sermayenin bakışıyla “müşteri” bu ezberi daha rahat sindirebiliyordu. 

İkiz depremin uluslararası alandaki yankılarının biraz arka planda kalan yüzü ise Suriye’ydi. Orada da bilebildiğimiz kadarıyla on binlerce insan öldü. Buna karşın Suriye’ye karşı ABD ve müttefikleri tarafından uygulanan ambargo ve ülkenin kuzeyinin fiili işgal altında bulunması sebebiyle somut yardımdan çok yardım tartışması ve kozmetik girişimler gerçekleşti. Sonuçta Suriye halkı hükümetin hâkim olduğu yerlerde Rusya ve kimi Arap ülkelerinden gelen yardımla, kuzeyinde ise BM’nin cihatçıların engellemeleri sebebiyle ulaştırmakta güçlük çektiğini itiraf ettiği kısıtlı bir destekle yetinmek durumunda kaldı. Daha açık bir deyişle, Suriye halkı bir kez daha emperyalist riyakârlığın kurbanı oldu.

İkiz depremin diplomatik alanda yaratabileceği değişimlere de bir göz atalım. Ermenistan’la bir yakınlaşma süreci zaten ite kaka götürülüyordu. Ermenistan tarafını bilemem ama ben öteden beri bu sürecin Akepe tarafından ABD ile ilişkilerin düzeltilmesine yönelik içtenlikten uzak bir kaygıyla yürütüldüğünü düşünüyordum. Ermenistan ekipleri ve yardımının gelmesi bu süreci biraz daha ısıtabilir mi göreceğiz. 

Yunanistan ayrı ve ayrıcalıklı bir yer işgal ediyor bu bağlamda. İki ülke arasındaki deprem diplomasisi 1990’lı yıllardan beri yabancı olmadığımız bir kavram. Füzeler Atina’ya, bir gece ansızın filan derken manzara değişti. Çavuşoğlu’nun birkaç ay önce basın önünde ağız dalaşına girdiği Yunanlı mevkidaşı Dendias dün Türkiye’ye geldi ve aynı Çavuşoğlu tarafından hararetli öpücüklerle karşılandı. Bu nereye evrilir, bir tür yeniden yakınlaşmaya yol açar mı göreceğiz. Yine de burjuvazi tarafından yönetilen iki NATO ülkesinin arasındaki “gerginliği” ne kadar ciddiye alabiliyorsak, “yakınlaşma”yı da o kadar önemseyebiliriz diye düşünüyorum. 

Kıbrıs’la ilgili de bazı gelişmelere tanıklık ettik. Kuzey’den başlayalım. Kıbrıslı Türk sporcu kafilesi Adıyaman’da bir otelde enkaz altında kaldı. KKTC hemen bir ekip gönderdi ve yetersiz olanaklarla kurtarma çalışmaları yürüttü. Sonuçta Lefkoşa’ya, Mağusa’ya gencecik çocukların cenazeleri dönebildi. Orada asıl beklenmeyen, son yıllardaki örnekler arasında  en “bağımlısı” sayılan KKTC Bakanlar Kurulu’nun yıkımın sorumluları hakkında hukuki yollara başvurulmasına dair bir karar alabilmesiydi. Bunda hiç kuşkusuz yıllardır her türlü talebi göz ardı edilen Kıbrıs Türkleri’nin çocuklarının göz göre katledilmesine gösterdiği tepki rol oynadı. 

Güney Kıbrıs cephesinde ise insani bakımdan olmasa da siyasi anlamda dramatik olaylar yaşandı. Rum Yönetimi iki kez yardım teklif etti, son anda bir değişiklik olmadıysa iki kez reddedildi. Bu süreçte AB sözcüsü ikinci teklifin kabul edildiğini açıkladıktan bir süre sonra yanıtın olumsuz olduğu ortaya çıktı. GKRY’nin meftunu olmadığımı, Kıbrıs Cumhuriyeti etiketini kullanmayı da özellikle tercih etmediğimi bilen bilir ama örneğin Adıyaman’da Kıbrıslı Türklerin arama kurtarma çalışmalarına Kıbrıslı Rumların da katılabilmeleri hepimizin içini ısıtan bir insanlık örneği teşkil edebilirdi diye düşünüyorum.

AB ikiz depremin ardından kapsamlı bir yardım organizasyonu yaptı. Bunun afetin sonuçlarına yönelik olarak uzunca bir süre de devam edeceğini öngörebiliriz. Diğer yandan izlediğim “muhalif” kanallarda AB sürecinin bu vesilesiyle yeniden canlandırılmasının “yararlarına” dair analizlere denk geldim. Bir yorumcu “AB süreci devam etse bu binalar yıkılmazdı” bile diyebildi. Bu görüşün tek bir kişiyle ait olmadığını ve önümüzdeki süreçte medya ve kimi STK’lar aracılıyla yaygınlaştırılacağını da tahmin ediyorum. Bunu da afetin başlattığı yeni dönemin belirleyici olabilecek bir unsuru olarak not edelim.

Basında çok yer almadı ama NATO da özellikle yarı-kalıcı diye nitelendirilen barınma olanaklarıyla ilgili kapsamlı bir yardım hazırladığını duyurdu. Sanırım kısa sürede deprem bölgesinde mevcutlara kıyasla çok daha donanımlı kışlık çadır ve konteynerlerle kurulacak “NATO mahallelerine” tanık olacağız. Türkiye’de son dönemde salt solda değil, sağda da bir hakaret sözcüğüne dönüşen NATO’nun bu imaj düzeltme çalışması da dikkatle takibi gerektiriyor.

Bu hafta, bir doğal afetin, beceri, bilim yoksunu ve piyasa tutkunu iktidar sahipleri tarafından nasıl bir yapay felakete dönüştüğüne birlikte tanıklık ettik. Aynı zamanda örgütlülüğün, bilgi ve planlamanın salt afetlerde değil hayatın her alanında ne kadar büyük önem taşıdığını, sermayenin açgözlülüğünün ne ölçüde öldürücü olabileceğini de gördük. 

Acıları geride bırakıp hızla geleceğe odaklanmak güzel bir özellik ama umarım bunları çabuk unutmaz ve öfkemizi iktidar talebine dönüştürmenin yollarını birlikte aramaya devam ederiz.