Belki de Türkiye burjuvazisinin Anaplaşma ezberi sanıldığından hızlı boşa düşecektir. Bu durumda İmamoğlu ile Koç’un dost kavgası da artık bizi ilgilendirmeyecektir.

Aşırı merkez

“Aşırı”, belirsiz ve sevimsiz bir sıfat. 

“Aşırı sol” veya “aşırı sağ”, ılımlı ve kabul edilebilir bir “merkez”in arzu edilirliğini göstermek için kullanıldığından bilinçli bir tercihin ürünü. Ayrıca neyin neye göre aşırı olduğu da her zaman bir tartışma konusu.  

Şimdiyse buna “zaman” boyutu eklenmiş bulunuyor. Siyasette zaman zaman “aşırı” çıkışlar yapılabiliyor. Bu aşırılıkların düzenli olarak “merkez”e, “ılımlı ve ortaklaştırıcı” olana doğru toparlanması gerekiyor.

Siyaset alıcı ve satıcı diyaloğundakine benzer bir eyleme dönüştükçe bunun normal bir sonuç olduğu düşünülebilir. İki tarafın birbirini anlaması, alıcının satıcıdan “istediğini” talep etmesi, satıcının da pazara “talep edilen”e uygun şeyler getirmesi…

Öte yandan nasıl kapitalizmde alıcının ne istediğinin bir yerden sonra önemi kalmıyorsa, neyi istediği dahi onun zihnine yerleştirilebiliyorsa siyasetin alıcı-satıcı ilişkisine dönmesi de arızaların törpülendiği, yönetilebilir ve şekil verilebilir bir “siyaset pazarı” yaratıyor. 

Günlük dilde mavi boncuk dağıtmak, nabza göre şerbet vermek dediğimiz şeyin ismi düzen siyasetinde “seçimler” oluyor. “Kabul edilebilir olan”ın arayışı “kabul et”meyi dayatıyor.

Neden bahsettiğimiz anlaşılıyordur.

İmamoğlu’nun birbiriyle örtüşmesi imkansız açıklamaları birer gün arayla yapabilmesi, birbirleriyle aynı cümle içinde bile kullanılamayacak tarihsel karakterleri bir araya getirmesi, “aşırı” çıkışlardan sonra “özür” dilemeyi ihmal etmemesi yalnızca İmamoğlu’nun genişliğinden kaynaklanmıyor.

Bu genişlik düzen tarafından açıkça isteniyor ve dalga geçmek, ihanet etmek, aldatmak olarak görülmesi gereken şeylerin, bu “aşırı” davranışların normal kabul edilmesi isteniyor. 

Bu durum kesinlikle İmamoğlu’ndan ibaret değil ama İmamoğlu bu kıvama cuk oturan kişi. Çünkü kendisine baktığınız ilk anda gözünüzde canlanan “ANAP”ın kişileşmiş hali oluyor.

“Aşırı merkez”, Tarık Ali’nin siyasette ortaya çıkan merkezleşmeye, aynılaşmaya ya da bir diğer ifade ile “Amerikanlaşma”ya verdiği isim. Ama bunun Türkiye’de karikatürlere de giren daha güzel bir karşılığı var: Anaplaşma.

Ne oldu da siyaset aşırı merkezleşti ya da Türkiye Anaplaştı?

Berlin Duvarı’nın yıkılışı basitçe sosyalist çözümün, komünist siyasetin darbe alması anlamına gelmiyordu. Sovyetler Birliği’nin çözülüşü başta Avrupa olmak üzere, siyaset yapma biçimininin de dönüşmesine neden oldu.

Sosyal demokrasinin işlevi ortadan kalkmayacaktı ama eskisi gibi ve süreğen bir sol imajı vermesine ihtiyaç kalmamıştı. Sosyal demokratlar sağcılaştıkça “diğer demokratlar”la ya da muhafazakarlarla aralarındaki ayrımlar da silikleşmeye başladı. 

“Sosyal devlet”, programlarında sosyal devlet yazanlarca ortadan kaldırılmış, kafalar karışmış, farklı siyasi akımlar hızla merkeze doğru savrulurken siyasi partiler yapboza uygun hale gelmişlerdi. Yeni partiler ve yeni tip yöneticiler sahne almaya başladı.

Almanya’da Merkel’i, İngiltere’de Blair’ı yetiştiren bu değişim Berlusconi’yi, Macron’u, Çipras’ı ve daha pek çok benzerini üretecekti. Kimisi teknokrat kılıklı, kimisi yeri geldiğince ırkçı yeri geldiğinde “halkçı”, kimisiyse popülizmin tüm nimetlerinden yararlan şovmenlerdi. 

Türkiye’de bunun karşılığı Özal’ından Çiller’ine ve Akşener’inden İmamoğlu’suna uzanan partiler üstü bir Anapçılık oldu. Ama Anapçılığın yalnızca bunlardan ibaret olduğu da düşünülmemeliydi. Akar’ı, Kalın’ı, Babacan’ı aynı sepetin ürünleriydiler. İslamcılığın, milliyetçiliğin, liberalizmin renkli Türkiye sepetinden ortaya karışık bir siyasetçi çıkarmak zor olmayacaktı.

Esasında “aşırı merkez”, “aşırı” kavramının siyasette kullanılmasının tek uygun biçimi. Çünkü siyasette aşırının kendine bulabileceği yegane yer, ironik bir biçimde, aşırılıkların törpülenmeye çalışıldığı anda yaratılıyor. Siyaset ayrımlarla hareket etmek demek iken, taraflaşma ve uzlaşmama siyasetin varlık sebebiyken bunun ısrarla ortadan kaldırılmaya çalışılması aşırılık oluyor.

Öte yandan aşırılık, siyasetin kendisine de aşırı basınç uygulamış oluyor. “Hata”ların artması, hızlı dönüşlerin olağanlaşması, alternatiflerin körelmesi… Bunların olduğu yerde Özdağ gibilerine daha çok görev düşüyor. Özdağ’da neden “aşırı” bir şey bulunmadığı işte bu tablonun geneline bakıldığında daha rahat anlaşılabiliyor. 

Burada oyalama var, dikkatlerle oynama var, suçluyu gizleme var. Çünkü herkes suçlu ve kimse değil. Herkes zaman zaman bir şeyler oluyor ve görevi diğerine devrediyor.

Öte yandan “hata”ların artmasının, hızlı dönüşlerin olağanlaşmasının, alternatiflerin körelmesinin yalnızca düzen siyasetinin illüzyonuna yaradığını, halkın ardı ardına gelen değişimlere bakmaktan körleşeceğini düşünmek de yanıltıcıdır.

Böyle bir dönemde, alternatiflerin hızla elenmesinin “aşırı” sonuçları olur. Bu pisliğe bulaşmamış olanlara “aşırı” diyenlerin aşırılıkları ortaya serildikçe neyin aşırı ve neyin olmadığı halkın gözünde daha da netleşiyor.

Anaplaşma dediğimiz şey bir kara deliktir ve kendisini yaratanı da yutabilir. Belki de Türkiye burjuvazisinin Anaplaşma ezberi sanıldığından hızlı boşa düşecektir. Bu durumda İmamoğlu ile Koç’un dost kavgası da artık bizi ilgilendirmeyecektir.