‘Küçük Şeylerin Tanrısı’: Demokrasi!

Emperyalist çağın ideolojisi, hani şu sosyalizmi yıkan demokrasi, sadece sokaklardaki görece sert cepheleşmelerin ifadesi değildir. Bu kavram, canlı bir şeydir ve bırakın sözcük haznemizi, kullandığımız grameri bile esir alabilir. Almıştır da. Bunun, eski solla mücadelemizin zeminini oluşturduğunu iddia edebiliriz. Elbette demokrasiyi bir kurtuluş, ulaşılacak bir nihai hedef sayanların, böylesi müdahaleleri selamlaması doğaldır. Terslik bizde, bizim devrimci ve sol kuşkumuzda. Sosyalizm bunlarla arada ortak bir dil kurmamızı önlüyor.

Sokaklar ısınıyor...

Sokaklar ısınacak...

Fabrikalar, mahalleler, okullar... Isınacak... Tabii burjuvaziyi korkutacak ölçülerde... Şimdilik korkutucu yoğunlukta ve yaygınlıkta bir etki gözleyemiyoruz. Hatta Erdoğan’ın IMF ve Dünya Bankası karşısında uyanıkça bazı protestoları kullanma temrinleri yaptığına da tanık oluyoruz. Yani kullanmaya meraklılar.

Olur böyle şeyler...

Çünkü zaten başka türlü olamazdı.

Isınan sokakların bir ülkeyi veya koca koca ülkeleri nereye taşıyacağını kimse bilemez. Erdoğan-Gül iktidarı hiç bilemez. Başka yerlerde de böyle. Örneğin Atina’daki ısı, PASOK denilen ve bizdeki CHP’leri, DSP’leri, SHP’leri vs -artık ne kadar isterseniz o kadar ekleyebilirsiniz- hiç aratmayan bir piyasa çorbasını iktidara sürükleyiverdi. Papandreu’nun Türk veya Alman ya da Fransız, İngiliz, İtalyan, İspanyol benzerlerinden köklü, nitel hangi farkı var? Bunların hepsi biraz Deniz Baykal, biraz Mustafa Sarıgül, biraz Zeki Sezer, bol bol da Kemal Derviş falandır... Yani benzerlikleri nitel, benzemezlikleri nicel sınırlar içindedir.

Ne demek istiyoruz?

Belki Arundhati Roy’un geldiği noktadan hareketle daha rahat söyleyebiliriz. Bir ay önce, eylül başında Berlin’de düzenlenen 9. Edebiyat Festivali’nde bir konuşma yaptı bu hâlâ hoş Hintli ve solcu hanım orada belli belirsiz demokrasiyi de sorgulamaya çalıştı. Demokrasinin giderek sönen bir ışık olmasından yakındı. Roy’a göre, toplumsal kurumlar, insanlar, hızla piyasa denilen şeyin hizmetine giriyordu ve bu, hiç iyi sonuçlar vermeyecek bir tablo bırakmıştı orta yere.

Arundhati Roy, “Ermeni soykırımı” iddiasına Türkiye ilericiliğinin şu ya da bu ölçülerdeki kaynaklarından İttihat ve Terakki’yi de dolayarak, bir tuhaf demokrasi resmi çizmeye çalıştı. O resimde Türkiye’ye yer yoktu ve Roy bunu hiç önemsemiyordu anlaşıldığı kadarıyla. Demokrattı çünkü. Tıpkı ölümden sonra hayat olup olmadığı gibi, demokrasiden sonraki hayat da, Roy’a göre, bir yeni soruydu.

Aslında Arundhati Roy, bilerek bilmeyerek, benzetmelerinde bile, Batı demokrasisiyle ölümü özdeşleştirmek zorunda kalmış gibidir. İstemediği bir “bağlam” herhalde, ama resim böyle. Haksız değildir.

Haksız değildir, çünkü emperyalist çağın demokrasisi insanlık için sadece barbarlık ve çürüme anlamına gelmektedir.

İstanbul’daki şimdilik bazı merkezi sokakların ısınma belirtileri vermesi, bu şikenin Türkiye halkı tarafından anlaşılmış olduğunu göstermiyor. Ama bir şeylerden huylanmaya başladı veya “hazırlanıyor” diyebiliriz halkımız için. Roy, elitlerin, ezilen çaresiz yığınlar üzerindeki baskısını sürdürebilecekleri bir mekanizmayla karşı karşıya olduğumuzu anlatmaya çalışıyor. İyi.

İyi de, sorun ve yaratıcı nokta bir başka yerde.

Sosyal demokrasi denilen kokuşmuş yapının çürüme-çürütme hızı, halkların bu ideolojik toplamdan uzaklaşmasına yol açmıyor. Derinlerde tersine işleyen bir akım var. Portekiz ve Yunanistan’daki siyasal gelişmeler –sosyal demokratların iktidar koltuğunda kalmaları ve gelmeleri- böyle işte. “Solcu aydınların” krizde sahneye sürülmesi şart olur. Bunların ortak tanım paydası demokrasidir. Öyle dedik. Bunu kuşkuyla karşılayan, demokrasiyle piyasa arasındaki yakın ilişkiyi, birlik, ilerleme, faşizm ve serbest piyasanın beraberliğini yani, dile getirmek zorundadır.

Demokrasi piyasadır.

Piyasa, faşizmdir.

Eğer demokrasi buysa, yaşadığımız şeyse yani, örneğin Yugoslavya’nın bitmesi, eski sosyalist ülkelerdeki demokratik sefaletse, Irak’ın milyonlarca insana mal olan ambargo ve işgal yıllarıysa, faşizmi nasıl tanımlayacağız?

Gelmek istediğimiz yer başka aslında ve galiba karışık oldu. Daha açık “olsun için” söyleyelim: Perry Anderson’un birkaç ay önce Almanca bir Türkiye kitabı yayımlandı: “Nach Atatürk- Die Türken, ihr Staat und Europa” (Atatürk’ten Sonra – Türkler, Devletleri ve Avrupa). Derleme bir kitap bu. Almanca sol âlemden de mal bulmuş mağribi gibi üzerine atlayanlar oldu. Bizim için sorun yok. Anderson, Murat Belge ne ise üç aşağı beş yukarı öyledir. Yani, Anderson için de, 20’nci yüzyılın ilk soykırımı, modern Türk devletinin kuruluş eylemlerinden biriydi. Murat Belge’nin “kankası” olduğu söylenen bu zata kalırsa, kemalizm dahil Türkiye ile ilgili her şey sakat bir doğuma karşılık gelmektedir. Türkiye bir anomalidir.

Zaten Arundhati Roy da, İstanbul’a geldiği 2008 ocak ayındaki konuşmalarından beri, eylüldeki Berlin konuşmasında açıkça, bir yanlışlıktan, bir doğumun yanlışlığından söz etmek zorunda kalıyor. Buradan “Siz yanlış doğdunuz, sakat doğdunuz, sizin doğmamamanız gerekirdi!” bağırtısı çıkar.

Bu, bütün demokratların ortak haykırışı kabul edilebilir.

Faşistlerle el ele bir ülkenin anomali olduğunu kanıtlamak için yarışıyorlar. Bunu demokrat oldukları için yapıyorlar. Demokrat oldukları için de Türkiye’nin bunların gözünde herhangi bir yaşama şansı bulunmuyor. Murat Belge ve şürekası ya da Taraf, uzaydan gelmedi. Demokrasinin ürünüdür.

Tabii solculukları başka türlü anlaşılamayacağı için, bazen demokrasiye de kızıyor bu hazretler. Ama demokrasi denilen bir -tanımsız- ortak paydadan hareketle, Türkiye’nin bir anomali olduğunu söylemek ve kanıtlamak zorunda kalıyorlar.

Onlar varsa, biz yokuz.

Demokrasi denilen şey, bu işte. İsteyen “yeni faşizm” de diyebilir. Bu portalda bazı arkadaşlarımız diyor zaten. Haklılar. Demokrasi varsa Türkiye yok. Doğumunda da böyleydi. Dünya demokrasileri nasıl bir Türkiye tahayyül ettiklerini 1920 yılında Sevres’de ilan etmişlerdi. Şimdi neden geri dönsünler? Türkiye’nin hemen kuzeyindeki bir emekçi iktidarı olmasaydı eğer, 1917 Ekim Devrimi, Türkiye diye bir şey de olmazdı. Olana da bugünkü ölçüleriyle bir Türkiye denemezdi. O emekçi iktidarı, SSCB, yaşatılamasaydı eğer, olan Türkiye de birkaç on yıl içinde biterdi.

Demokrasi varsa, Türkiye yok.

Arundhati Roy’lar, Perry Anderson’lar... AkParti-AsParti koalisyonu, Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan, Murat Belge, Taraf ve simgelediği tüm Türk medyası, gökten zembille inmediler.

Böyle bir gerekliliğin tetikçileridirler.

Onlar varsa, bize gerek yok.

Roy, sevimli kadın, istemeden, bir büyük felakete omuz veriyor. Ertuğrul Kürkçü ile arasındaki fark nerede? Bulamıyoruz. Ama Anderson ve Belge’lerin son derece bilinçli olduğundan eminiz. AkParti-AsParti koalisyonunun eşliğinde inanılmaz hizmetlerde bulunuyorlar emperyalizme ve kapitalizme.

Yani demokrasiye...

Bu arada Türkiye’nin yıkımına. Felaketimizi hızlandırıyorlar. Demokratlar çünkü.

Demokrasinin hazırladığı felaketlere örnek arayanlar, Yugoslavya ve Irak’a bakabilir. Bizimki neden “nitel” bir fark taşısın ki?