Yıkıcılar, yapıcılar ve "entelektüel kopuş"

Her şey o kadar açık oynanıyor ve Libya ile bir kez daha yaşandığı gibi, öyle pervasızca rezillikler sahneleniyor ki, insan, "Görmemek olmaz!" diye düşünüyor. Sırada Suriye’ye dış müdahale, belki İran’a nükleer saldırı falan da var. Ama halklar oralı değil. Hele Türkiye’nin çoğunluk halkı...

En acıtıcı olanı da o zaten: Halklar mevcut mezbahayı algılamamakta ısrarlı. Bilerek ve isteyerek barbarlığa ortak oluyorlar kendi acılarına bile gözlerini ve kulaklarını kapatıyorlar. Hep böyle mi peki?

Devrimler tarihi olmasa, bunun her zaman böyle olduğunu düşüneceğiz. Ama değil. Devrimler, tarihin gerçek kilometre taşlarıdır. İnsanı hayvandan ayıran sınır taşlarından söz ediyoruz.

Neden mi?

Umutsuzluk denizindeki iyimserlikle de açıklayabiliriz: Halkların hiçbir şey görmediğini ve göremeyeceğini düşünürsek, pılıyı pırtıyı toplayıp bu âlemden çekilmemiz gerekir. Halklar kendi başlarına belki göremeyebilirler, ama içlerinden çıkardıkları kendi iyi çocuklarını, aydınlarını, izlemek zorunda kaldıklarında, tarihin dönüm noktalarında diyelim, körlükleri ve sağırlıkları sona erebilir. Biz, o anlardan, modern zamanlarda, sosyalist devrimler çıkarırız.

Gerçeğin acı çizgileri ve yaşadığımız barbarlık, halklara elbette gerçek yüzüyle gösterilebilir. Fakat bunun bir "zorlama" talep ettiği açık. Sorun, geniş emekçi yığınların, halkların, yalın gerçeğe karşı gözlerini kapatmayı ve kulaklarını tıkamayı öğrenmiş olmasındadır. Öğrenilmiş bir "tecahül" bu yani. Kapitalizmin, özellikle "kültür endüstrisi" ile ürettiği "entelektüel şiddet"in etkisiz kalacağını nasıl düşünebiliriz? Bu şiddeti göğüslemedikçe, onun etki alanlarını işgal etmedikçe, yani bir "karşı entelektüel şiddet" üretip uygulamadıkça, halkların sarsılmasını ve içinde yaşadıkları barbarlığı algılamasını mümkün kılamayız. Lenin Okulu’nun "Devrimci teori yoksa, devrimci pratik de olmaz" saptaması, 21’inci yüzyılda bu "karşı entelektüel şiddetin" varlığına karşılık geliyor. Şöyle demiş olalım: Entelektüel şiddet yoksa, plebyen şiddet de yok. En azından sosyalist bir anlamı yok...

"Halklar kendi başlarına göremez" dedik. Çünkü görseler, zaten kapitalizm gündemde olmaz. Sosyalizm, halklara, kendi duyu organlarını doğru kullanmasını da öğretme işidir. Hedefi, bu. Demek ki, göstermek gerekiyor. Lenin Okulu’nu, eğer mutlaka özetlemek gerekirse, böyle de özetleyemez miyiz? Evet, öyledir: Halkların, çıplak gerçeği çıplak gözleriyle görmesini sağlamak. Yanılsamayı kırmak... Bunun için plebyen kopuşlara mutlaka entelektüel kopuşun eşlik etmesi, hatta onu öncelemesi gerekir. Sonuçta, mafya çeteleri de plebyen şiddetin örgütlenmesidir ve aşağı sınıfların tepkileri, yeni bir toplumsal sistem doğrultusunda, sosyalizm için yani, entelektüel bir kopuşa yapıştırılmamışsa, yaşanacak olan, barbarca bir kan banyosudur.

Açık söyleyelim: Emekçi halkın gerçekleri görmesi için aracıya gerek var.

Açık söyleyelim: Aracı, aydındır.

Açık söyleyelim: Bugün aydın, sosyalisttir. Sosyalist değilse, aydın da değildir.

Açık söyleyelim: Türkiye’de, son 50 yılda inanılmaz bir hızla yükselen sosyalizm mücadelesi sayesinde, entelektüel kopuş çoktan gerçekleşmiş ve yeterince aydınımızın bulunduğu kabul görmüştür.

Aydın, Ekim Devrimi’nden sonra, özellikle 21’inci yüzyılda, sadece sosyalizmle ve tarihselliği içinde tanımlanabilen bir kavramdır. Bugün, sosyalizmsiz tanımlanmış, yani sosyalizm için çalışmayan hiçbir "bilgi üreticisi ve taşıyıcısını", aydın sayamayız. Aydın, "inteligentsia", halkın gözündeki bağı indiren, kulaklarındaki tıpaları parçalayan ve tüm algı merkezlerini yeniden çalışır hale getiren sosyalist bir enerji merkezidir. Uyuşturuculara karşı bir tedavi uygular. Yaşadığı ve yaşattığı, uyuşturucu tedavisi kadar acımasız sahneler içeren bir süreçtir. Kabul.

Ama eğer sınıflar varsa, şansımız da var. Solculuğa pek kolay yapıştırılan, oysa birer sosyalizm düşmanı olarak ölmüş Adorno ve Horkheimer’lerin ünlü kültür endüstrisi kavramındaki zaaf da burada değil midir? Emperyalizmin kültür memurları, "teknokratsia"nın ünlü isimleri, bir yere kadar etkili olabiliyorlar. Eğer sosyalizm, bu emperyalist-kapitalist saldırıyı, bu entelektüel şiddet banyosunu göğüsleyip geriletecek bir irade gösteremezse, bu etki elbette sürer. Halkların körlüğü ve sağırlığı yani, sürer.

Ancak aydın, bir iktidar merkezidir, en geniş anlamında bir iktidar oyuncusudur. Güç ve iktidar sözcüklerinin Batı dillerinde aynı anlama gelmesinde hiç yanlış bir şey yok. Sonunda dünya halklarını gerçekle yüz yüze bırakmak zorundayız. Aydın, bu işte sınıfsal bir kilit işlevi görmektedir. Göstermek, sonuçta, bir şiddet uygulamaktır. Göz bağlarını parçalamak, kulaklardaki tıpaları kırıp atmak bir güç uygulamaktır. Halk, kendi başına bir şey görememek üzere eğitilir. Bunun için her türlü ideoloji hazırdır. Bunları kırmayınca olmuyor, halk kendi gerçeğini bile görmüyor.

Bağlamak istediğimiz bir yer var: Ünlü "Topas", hani şu NATO merkezindeki varlığı, Soğuk Savaş’ta, 70 ve 80’lerde Brüksel’i kevgire döndürdüğü, sosyalizm yıkıldıktan birkaç yıl sonra fark edilebilen ve tabii yıllarca hapis yatan bir devrimci aydın, Rainer Rupp, ki bir yeni kitap daha çıkardı arkadaşlarıyla, geçen hafta, Junge Welt’te, Libya ile ilgili bir analizinde şöyle şeyler yazdı:

"Libya, dünya ülkeleri için Batı’ya güvenmemek konusunda ibretlik bir ders oldu. Kaddafi, bu binyılın başlarında Batı ile iyi ilişkilerin yeniden kurulması amacıyla askeri açıdan silahsızlanmıştı ve nükleer, biyolojik, kimyasal silahların üretim programlarını da durdurmuştu. Bu kendi kendini iktidarsızlaştırmayı, o dönemde Batılı devletlerin liderleri kişisel olarak da en yüksek seslerle övüyordu. Hatta ABD’den saldırmazlık sözü bile almıştı. (...) Kaddafi olayı Batılı iktidar sahipleriyle iyi kişisel ilişkilerin saldırılara karşı bir güvence oluşturmadığını da gösterdi. Tersine, Suriye olayı şunu salık veriyor ki, Moskova ve Pekin’le iyi ilişkiler üzerinden, BM’den saldırı ruhsatı almak isteyen Batı çabaları veto edilebilir. Bu dersi, bu işten Batı’nın değil Rusya ve Çin’in diplomatik ve ekonomik açıdan kazançlı çıkacağını, Üçüncü Dünya ülkeleri, özellikle Afrika’dakiler kavramış olabilir."

Rainer Rupp, NATO’nun Libya saldırısıyla parça parça olduğunun, sadece 8 NATO üyesinin bu savaşa katıldığının da altını çiziyor. Bu ittifak ortak bir harekat yapabilecek kapasiteye sahip değil artık. Yani olan biteni göstermeye çalışıyor. Sahnedeki yalın gerçeği.

Halk görmediği için ısrarla yineleyerek göstermek şart demek ki.

Bunlar var...

Bütün bunların çıplak gözle görülmesini sağlamak var ve kolay değil. Ama realite bir yanıyla da bize çalışıyor. Kriz, kaotik görünümler alıyor.

Halklar böyle zamanlarda, gözlerindeki bağları ve kulaklarındaki tıpaları çıkarma konusunda, eski güçlerini sürdüremezler. İstikrar takıntıları sürer, ama dirençleri düşmüştür. Her tarafında savaş tamtamları çalınan, komşuları işgale uğrayıp parçalara ayrılan, hatta bazısına nükleer saldırılar yapılacağı ilan edilen, kendisi neredeyse iki coğrafyaya bölünmüş Türkiye’de de, iktidar sahipleri, uçurumdaki emekçi halka eski istikrar hapını yutturmakta güçlük çekecektir. Uyuşturucular etkisizleşiyor. Acı eşiği hızla düşüyor.

Aydın, böyle zamanlarda çok gereklidir ve bizim yeterince aydınımız var. Sayıları daha da artacak gibi görünüyor.

İktidar sahipleri, emekçi yığınları da zaptetmekte güçlük çekmeye başladı.

Sorun, böyle bir sahnede, bu iki enerji merkezini, yani geniş yığınların ve aydının gücünü birleştirmekte... Galiba o aşamadayız...