Türkiye senin ellerini öpecek Tahir Canan...

... Ya da bitip gidecek. Zaten o yolda doludizgin ilerliyor.

Ama bu önemli değil. Önemli olan, şimdi, kan denizinde boğulmadan, "Acaba bir çıkış yolu bulabilir miyiz?" diye çırpınırken, şu soruya yanıt almak: Biz, insanlığını soyunmuş ve tümüyle "sıyırmaya" hazır bir sürüye, Tahir Canan’ı anlatabilir miyiz? Bizdeki ve dışarıdaki eski sola anlatabilir miyiz? Elbette içlerindeki devrimcileri ayrı tutmak gerekiyor, ama her tür demokratik şımarıklığı solculuk sanan oyuncakların veya piyonların, Tahir Canan gibi bir direnci, onu ayakta tutan sevgi ağını anlayabilecek kapasitesi var mıdır?

Doğu’da kimse anlamaz bunu.

Batı hiç anlamaz.

Başka yerlerde başka boyutlarıyla da yer aldı. Oğlu İlhan, Cumhuriyet Dergi’de, babasını anlatıyor:

"Babam mı kim!? Benim babam Tahir Canan. Hep idealleri için yaşamış eğilip bükülmemiş bir insan. Bugün kim 30 yıl cezaevinde kalıp da hâlâ dünyada güzel şeylerin olabileceğini düşünebilir. Kim 30 yıllık cezaevine rağmen, torunlarının kitap okuması, iyi yurttaş olması için çaba harcar. Ve kimseye yük olmamak için cezaevinde şal yaparak geçimini sağlamaya çalışır..."

Başka yayın organlarında, hatta bırakın devrimciliği, bir yudum insanlık tozu yutmuşların sayfalarında bile Tahir Canan skandalına değinildi. Ama bazı şeyler unutuldu. Tahir Canan, bu toprakların istisnai değil genel bir temsilcisiydi. Bir dönemi simgeliyordu ve yalnız değildi. Her anlamda yalnız değildi. Binler, hatta on binlerce arkadaşı benzer yollardan geçmişti.

Bazen acımasızca eleştirdiğimiz bu kuşak, bir şeyin açığa çıkmasını sağlamıştı. Devrimci bireyin direnci kadar, en az onun kadar önemli bir başka şeyi, mesela Güney Amerika faşizmlerinde kaybedilen on binlerce insanın, o cinayetlerin bu topraklarda yinelenmemesini sağlayan bir diğer direnci ortaya çıkarmıştı: Sevdikleri, özellikle de aileler, çocuklarını canavarların eline bırakmıyorlardı. Belki kendileri devrimci falan değildiler, ama sevgileriyle, çocuklarının, devrimci tutsakların öldürülmesine, ortadan kaldırılıp unutturulmasına engel olmayı başardılar. Bu, örneğine pek kolay rastlanır bir tablo değildir. Tıpkı bir dönem faşizme karşı kitlesel açlık grevleri, hatta ölüm oruçlarıyla verilen yanıtlar ve o ünlü aydınlar dilekçesi gibi.

Başka ülkelerde bunların örneğini pek bulamayız.

Şu var: 1980’de darbe alan kuşak, hani bugün artık gündemden düşmeyi kendine yediremeyen kuşak -"78’liler" de deniyor ama doğrusu "57’liler" olmalıdır-, Türkiye tarihinin en büyük direncini gösterdi ve bu direncin belki Anadolu’nun en ıssız köşelerine yayılmasını sağladı. Kürt çıkışında da 12 Mart’tan 12 Eylül’e uzanan hattaki Türkiye solunun, devrimcilerinin direnişi vardı. Türkiye’nin bir bölümü bugün hiçbir biçimde teslim alınamıyorsa eğer, bunda 12 Eylül kuşağının cehennemden insan çıkaran biyografisi önemli rol oynamaktadır.

12 Eylül ve sonrasında devrimcilerin yaşadıkları, bu ülke tarihinde benzersizdi. Nâzımlar ve hatta her biri ayrı güzellikteki 12 Mart devrimcileri, bu konuda 1980 direnç kuşağının, "57’lilerin", eline su bile dökemez. Tarih böyledir. Ama bu insanlar hep kendisinden öncekileri ve sonrakileri kendilerinden büyük ve dirençli gördüler. Böyle bir yüce gönüllülükleri vardı.

"Türkiye, Tahir Canan’ın elini öpecek ve ondan, ailesinden özür dileyecektir" dedik. Dilemezse ne olur?

Türkiye diye bir şey kalmaz. Çünkü bu işi ancak sosyalist bir hükümet hakkıyla yapabilir. Sol bir hükümetin dışında hiçbir şeyi Tahir Canan’ların acısını tazmin edemez. Bu insanların ve ailelerinin olurunu almayan bir Türkiye’nin, özellikle ikinci cumhuriyet denilen nihai karanlığın ortasında, artık yaşama şansı bulunmuyor. Cehennemimizin yeni aşaması ve panzehiri bu minvaldedir.

Buna ileride tekrar döneceğiz.

Gelmek istediğimiz bir başka nokta var.

Türkiye’nin bitişin eşiğine bu kadar kolay getirilmesinin en önemli nedeni, onun, yoksullarının gözünde artık tümüyle bitmiş olmasıdır.

Türkiye, yoksullarının gözünde yük, yaşamasına gerek olmayan bir "cumhuriyettir" artık. Türkiye, yoksullarının nefret ettiği, tasfiyesine kimsenin üzülmeyeceği bir siyasal birim haline getirildi. Öylesine verimli bir toprak ki bu, üzerine hangi kan tohumunu serpersen serp mutlaka bire bin verim alıyorsun. Trajedimiz burada. Marx’ın Hıristiyan teolojisini ("Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar") tersine çeviren saptamasını ("Bilmiyorlar, ama yapıyorlar"), burada adeta üçüncü bir boyutuyla yaşıyoruz: "Biliyorlar ve yapıyorlar". Bilip yaptıkları, Türkiye’nin ortadan kaldırılmasıdır. Yugoslavya ile Irak/Libya arası bir kader de diyebiliriz.

Onun için işimiz kolay değil.

Yüzde 90’ı oluşturan geniş emekçi yığınların gözünde çoktan bitmiş, hatta bir nefret nesnesine dönüştürülmüş bu devlet biçiminin, işler böyle yürürse, normal koşullar altında, yerini yeni ve daha küçümen, faşizan, dinci devletlere ve çok daha acımasız bir kapitalizme bırakacağını şimdiden görmek mümkün. Küçük mezbahalar siyaseti...

O nedenle..

Kürt yoksullarının gözünde bu ülkenin yaşayıp yaşamaması çok da önemli değil. Ne hayrını gördüler? Aynı şekilde düşünen Türk yoksullarının da ezici çoğunluğuyla dinci versiyonlar peşinde selamet aradığına tanık oluyoruz. Bu ülkeden yüz çevirdiler...

Türkiye’yi sadece Tahir Canan’ların, 47’liler ve 57’lilerin yeniden kurucu ve kurtuluşçu iradesi kurtarabilir. Bu insanlardan özür dilemeyen ve acılarını tazmin etmeyen bir Türkiye ise tarih sahnesinden silinmeye mahkum, galiba onu da hak etmiş bir Türkiye’dir.

Türkiye’yi yoksullarıyla barıştıracak olan, Tahir Canan’ların direncidir. Sol Türkiye veya sosyalist cumhuriyet de diyebilirdik. Özür ve tazminatın başka adı yok çünkü...