Bu daha başlangıç...

Eskiden dernek kurmak kolay, siyasi parti kurmak zordu. 12 Eylül rejimi bu durumu değiştirdi. Günümüzde otuz sabıkasız TC yurttaşı bulup bir tabelacıyla anlaşarak siyasi parti kurabilirsiniz. Kanun koyucu, siyasi partiler kanunuyla (1983), düzene karşı hareketleri sistemin içine çekerek denetim altına almak istedi.

Cumhuriyet Başsavcılığı partinizin “sicil dosyası”nı tutar bütün yayınlar, faaliyetler, tüzük program değişiklikleri vs oraya kaydedilir. Kâğıttan uçak ya da gemi yapmayasınız diye müteselsil sıra numarası verilen ve devlet tarafından mühürlenen kayıt defteri, karar defteri, gelen evrak-giden evrak defteri, gelir-gider-demirbaş eşya defteri falan tutmak zorunda kalırsınız. Doksanlı yıllarda sıkı takip vardı, sonraları biraz tavsadı galiba, tehlike olmadığını gördüler. Fakat Devlet sizden gıcık kapsa mesela, sözgelimi “Nerede lan demirbaş eşya defterin?” diye sorabilir.

Devlet, düzene karşı akımları bu yolla denetleyebildi mi? Bence, denetleyemedi. Sosyalist partiler SPK’ya uyalım diye ne niyetlerini ne de fikirlerini esirgediler.
Bugüne kadar TİP dışında hiçbir sosyalist parti seçim başarısı kazanamadı. (Merak etmeyin, şimdi oturup seçim sistemlerini karşılaştıracak, milli-bakıye’den falan söz edecek değilim.) Bir keresinde Sadun Aren’e, Soğuk Savaş’ın zirvesinde (1961) legal bir sosyalist/komünist partiye nasıl izin verdiklerini sormuştum. O sırada askerlerin DP oylarının mümkün olduğu kadar bölünmesini istediklerini söylemişti. Başka şeyler de söylemişti ama, en önemlisi buydu. TİP’i ciddiye almamışlardı başlangıçta, fakat partinin kararlı mücadelesi 70’lere doğru yükselen işçi hareketleriyle çakışınca, anayasal rejimin “vazgeçilmez unsurları” olan öteki siyasi partiler arasında sosyalist bir partiye yer olmadığına karar verdiler. Düzen için tehlike büyüktü. Ayrıca unutmayalım ki Dev-Genç, Mahirler, Denizler, hep TİP’in içinden çıkmıştır. Partiyi yaşatmadılar.

Sonraki dönemlerde, anlamlı olabilecek, daha doğrusu bir basamak sağlayabilecek hiçbir seçim başarısı olmadı.

“Demokrat” olmadığımı, oy pusulalarının sosyalizme bir kazanım sağlayacağına hiçbir zaman inanmadığımı şu noktada itiraf etmeliyim. Seçim yoluyla devrim olacağına inanan da yoktur herhalde. Dolayısıyla moral bozukluğuna da gerek yok. Her seçim hezimetinden sonra, “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” diye bağırabilmek sosyalistlere özgüdür, büyük cesaret ve kararlılık gerektirir.

Fakat çok yorucudur kıt maddi kaynaklar ve insan enerjisi sonuna kadar zorlanır. İnanılmaz derecede eşitsiz bir yarışta insanüstü bir güç harcarsınız ve her türlü yalanla gözü kamaşan irade-i millet bir şenlik havası içinde yanınızdan geçip gider. Size verilen oyların sayısını bile tam olarak hesaplayamazsınız, önemli bir kısmı buharlaşıp uçar.

Kimseye belli etmezdim ama benim moralim bozulurdu şahsen. Ankara ve İstanbul’un AKP’ye kaybedildiği 1994 yerel seçimlerini hatırladım şimdi. Refah Partili kitlelerin arkalarında muazzam bir kâğıt, naylon bayrak, pet şişe, akla gelebilecek her türlü pislikten oluşan bir çöplük bırakarak terk etmekte oldukları, acayip şarkılarının hâlâ ortalığı çınlattığı meydana bin civarında partiliyle miting yapmak üzere kahramanca slogan atarak giriyorsunuz mesela.

Sosyalist olmak zor iştir… Geçmişte de öyleydi, şimdi de öyledir, gelecekte çok daha zor, üstelik daha tehlikeli olacaktır. Neşemizi bozmayalım, sosyalist olmak bir bilinç halidir… Devrim ihtimali ise nesnel ve öznel koşulların belirli bir tarihsel konjonktürle çakıştığı noktada belirir. O zamana kadar her görüşten bütün sosyalistler toplumun vicdanı, insanlığın mihenk taşıdır. İnsan elbette ezilenler için, ama biraz da kendisi için devrimcidir devrimcilik ise mükemmel bir zihinsel ve eylemsel durumdur.

Bundan sonra seçim olur mu bilemiyorum doğrusu. Ancak seçim olursa sonucun değişmeyeceği açıktır. Hele ki AKP az sayıda seçmenin çok sayıda milletvekili seçebileceği, özellikle iktidar partisine yarayacak “dar bölge” sistemine geçerse, seçimlerin anlamı kalmayacak “oy, oy!” diyerek gideceğimiz cehennemin alevleri her seçimde biraz daha harlanacaktır.

Bu durumda, şahsi fikrimi soracak olursanız, “Her yer sandık, her gün seçim!” taktiği izlemekten başka çare yoktur. Aslına bakılırsa, 1980’den sonraki seçimleri bütün sosyalist partilerin boykot etmeleri ve bir cephe halinde % 10 barajına karşı sürekli bir ortak kampanya yürütmeleri belki de daha doğru, daha serbest ve etkili olurdu. Neyse… Aylardan Nisandır, Kiraz Zamanı yakındır.