Şantaj demokrasisi

Emperyalist sistemin açmazları, artık merkezdeki zenginlerin de elini ayağını bağlıyor, tıkanmalar sıklaşıyor: Sadece kenarda, daha doğrusu görece az gelişmişlerde değil, metropollerde de eskisi gibi yönetemez oluyorlar. Yeni yollar arıyorlar. Bulamıyorlar.

O çok övdükleri demokrasileri, korkunç sermaye birikimine rağmen, yönetilenleri ikna edemiyor. Çünkü “korunaklı kalede veya zengin mutfağında” da yoksulluk yayılıyor: Neoliberal delirme, bir iktisat rejimi olarak üretim maliyetlerinin sürekli düşürülmesi manyaklığıdır ve bunun doğal sonucu reel emekçi gelirlerindeki erimedir. Metropollerde geniş katmanların, özellikle de göçmen kökenlilerin yoksullaşması tesadüf değil yani.

Macron’lu Paris şimdilerde en az Trump’lı Washington kadar şaşkın, Londra ne yaptığını bilemez hallerde, Berlin-Viyana hattında ise hükümet kurulamıyor aylardır. Kurulacak olanın ne kadar devam edeceği de belirsiz. Avrupa Almanyası veya Almanya Avrupası rekor dış ticaret ve bütçe fazlasına rağmen tarihinde ilk kez hükümet bunalımı sinyali veriyor. Yani, zenginler bile hükümet kurmakta güçlük çekiyor. Sistemin kremasını yedikleri halde böyle bu. Kenardaki görece yoksullarsa hükümet kurduklarını sanıyorlar, iplerin merkezdeki oligarkların elinde olduğunu unutarak...

Zengin mutfağı ile kenar mahallenin kaderi birbirini andırıyor, çünkü birbirini tamamlıyor. Doku uyuşmazlığı yok, ama uzlaşmakta güçlük çekiyorlar.

Birçok açıdan bakmak mümkün, ama herhalde en önemlisi şu sıralarda ortak bir şantaj siyaseti zemininde çare aramalarıdır. Tamam, birbirlerine indirgenemezler, ancak benzeşmedikleri hiç mi söylenemez? “2015’teki Türk rezaleti” diyebileceğimiz “istikşafi müzakereler”in merkezdeki izdüşümü, Angela Merkel’in iki ayı aşkın bir süredir koalisyon kurmak için Yeşiller, liberal FDP ve tabii SPD ile yaptığı “sondaj görüşmeleri” değil mi? Ankara’nın İslamcıları toplumu çökme noktasına getirdi de, Berlin-Viyana hattındaki sağ siyaset (sosyal demokratları ve çevreci Yeşilleri dahil) başka bir şey mi becerdi?

Ortada büyük bir çürüme var. Lenin 101 yıl önce “emperyalizmin asalak ve çürüyen kapitalizm olduğunu” ilan etmişti. Emperyalist paylaşım savaşının ortasında, 1916 yılının son çeyreğinde: Cumhuriyetçi-demokratik ve monarşist-gerici emperyalist burjuvaziler arasındaki farkların silindiğini hatırlatarak...

Lenin’in emperyalizm üzerine yazdığı ve Rusya’da sosyalist devrim olmasaydı muhtemelen tarihin tozlu belgeleri arasında kaybolacak ünlü saptamaları, hâlâ akıl ve yol açıcıdır: Çürüyen, bütün bir sistemdir, ancak bu çürümenin eşitsiz dalgalar halinde realize olması, kimseyi şaşırtmamalıdır. Şu ya da bu “segment”te göz kamaştırıcı birikim ve sıçramaların yaşanması, çürümenin algılanmasını güçleştirebilir, ama bütündeki çöküşün hep böyle tezahürleri olur.

Biz bugüne ve şantaj siyasetine bakalım: Oligarşik diktaların aktörleri artık birbirlerine şantaj yaparak siyaset üretebiliyor. Çünkü halkları istedikleri gibi yoğurduklarından eminler. Oligarşik diktalar var, ama ona kafa tutan halk hareketleri yok. Olmuyor. Oligarşi, Mesut Odman Hocamızın yıllar önce yaptığı ve bugüne de uzanan büyük saptamasıyla, hiç öyle kendi başına “kahrolmuyor”, burjuvazi kapitalist toplumun her dokusuna sızmayı başardığı için de “keyif çatabiliyor”. Dolayısıyla oligarşik diktaların aktörleri birbirini kırarak ittifak kurabiliyor.

Peki, bu kırılma noktaları “sistemik” bir zaafa karşılık gelmiyor mu? Sermaye ve yöneten sınıflarla ilgili bir illüzyon bitmeli gerçekten: Sermayedarlar, sektör baronları vs. birbirlerini kan içinde bırakarak bir hegemonyal ittifak oluşturabiliyor. Sermaye sınıfının parçalı yapısı içinde mutlaka hegemonyal bir katman öne çıkıyor. Lenin’in 101 yıl önce yaptığı gözlem ve saptama (“devasa boyutlardaki rantiye katmanı”), bugün finans endüstrisi dediğimiz “karşılıksız paradan para kazanma sistemi” olarak sahnededir ve bu “karşılıksız katrilyon dolarlara sahip” katman, postal ve tank destekli bir hegemonyal güçtür. Ne olursa olsun, emperyalist demokrasi, zenginlerde veya yoksullarda, yekpare bir direnç duvarı kuramıyor. Gedikleri olan bir duvar şu önümüzdeki.

Tekrar bize bakalım: Türkiye’de sadece AKP ve Erdoğan’ı sıkıştırarak politika yapabileceğini sananlar var. AKP ve Erdoğan’ın, ABD ile AB (Almanya Avrupası) karşısında iyice şantaja açık bir hal aldığını düşünen liberal yaygaracılar ile milliyetçi-ulusalcı “itirazcıların” yeni adımlarının arka planında şantaj hesapları yatıyor. Yalnız sayılmazlar.

Sayılmazlar, çünkü benzer hesaplar Avrupa’nın iktidar ocağı Berlin’de de farklı değil. Küçülen SPD, tıpkı Ankara’da Erdoğan’ı sıkıştırmaya çalışanlar gibi, Angela Merkel ve partisi CDU’yu sarsmaya, ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalışıyor.

Birbirlerini kırmaktan çekinmiyorlar.

İşin aslı galiba şu: Sosyalist sistemin bir dünya gücü olduğu İkinci Büyük Savaş sonrası yıllarda (1945-1980 diyelim) mülk ve iktidar sahiplerinin birbirleri karşısında görece çekingen bir tutumları vardı: Büyük düşman (SSCB ve sosyalist ülkeler) nedeniyle içeride ortak bir zemini hep koruma gayreti içindeydiler. Yani metropollerde görece yekpare bir mülkiyet duvarı veya hisarı oluşturabiliyorlardı. Bu, tamamen yitirilmiş oldu 1989’dan yaklaşık 30 yıl sonra. Görüyoruz: Sistem, merkezde olsun, bağımlı çevrede olsun son derece kırılgan. Fransa’daki Ulusal Cephe, iktidar adayı... Nazizmin anayurdunda, Almanya-Avusturya hattında nazizmle açıkça flört eden sağ popülist partiler iktidar sinyalleri vermeye çalışıyor. Mülkiyet rejiminin zenginleri ve temsilcileri birbirlerine demediklerini/yapmadıklarını bırakmıyorlar.  

Yıkıcı bir krizden geçiyoruz. Tekrar: Eski krizler, sosyalizm öcüsü nedeniyle, kapitalist ekonomilerdeki puslu havayı dağıtır, ortamı biraz temizlerdi, şimdi o havanın tamamen emildiğini ve sisteme içkinleştiğini, karanlık tablonun kalıcılaştığını gözlüyoruz.

Çürümenin önünü ne Ankara’da ne Berlin’de ne de başka bir zengin mutfağında alabiliyorlar.

Şantaj, rüşvet, her türden yolsuzluk dışında bir demokrasi göremiyoruz. Daha doğrusu demokrasi, kültür endüstrisi üzerinden zenginlerle yoksulları birbirlerine benzetmeyi başarmış durumda. Toplumun en alt katmanlarına dayalı, elbette örgütlü ve mevcut sisteme dışarıdan bir müdahale gerekli. İçeriden hiçbir şey yapılamayacağını görecek bazı “muhalif” arkadaşlar.

Türkiye, tüm alışılmış formatlarıyla yaşam ışığını yitirdi. Adresi silindi. Kökünden farklı bir yeni sol cumhuriyet dışında bu coğrafyada tutunabilme şansımız yok. İnsanlar ya paramparça bir halde bu çürümeye intibak edecek  ve buna rağmen huzur bulamayacak ya da yepyeni sosyalist bir  cumhuriyet önerisiyle kendisine yaşam aşısı yapacak.

Angela Merkel, Recep Tayyip Erdoğan, Trump, Macron, May vs... Bunların hepsi aynı çiftliğin birbirinden nefret eden kâhyalarıdır. Bunlar böyle yaşarlar. Kâr manyağı, faiz delisi bir oligarşi ve demokrasisi sadece Türkiye’yi değil, insanlığı bitirmek üzere. Böyle bir nefret santralı, olmazsa olmaz. Kapitalizm artık böyle bir şey.

Büyük devrimciye işaretle bitirelim: Lenin, emperyalizm üzerine saptamalarını 1916 yılı güz aylarında kağıda dökmüş, makalesi de “Sbornik Sozial-Demokrata”nın Aralık 1916 sayısında “Emperyalizm ve Sosyalizmin Bölünmesi” başlığıyla yayımlanmıştı. O tezlerin bugün de geçerli olduğunu bağırınca “sekter” mi oluyoruz? Devrimler ve devrimciler boşuna yaşamadılar. Onları aşmak da öyle herkesin harcı değildir. Günümüzün rant ve rantiye felaketine 101 yıl önceden gelen bu Lenin vurgusu, sadece bu bile, sosyalizm mücadelesinin nasıl çağdaş bilimlerin anası olduğuna dair bir örnektir. “Dışarıda” bilim arayanlara geçerken duyuralım: Olmuyor öyle...