“O bildiriye hiç katılmıyorum ama…”

Erdoğan’ın hışmına uğrayan akademisyenlerle dayanışmak isteyenlerin dilindeki kalıp buydu. Rahatsız ediciydi, çünkü bu ifade aynı zamanda bir “sigorta”, bir “kalkan” olarak da iş görüyordu. Şimşekleri üzerine çekmemek, linç kültüründen bir nebze olsun korunmak için söze “bildiride yazılanlara katılmıyorum” diyerek başlayanlar hem “demokratlıklarını” koruyor hem de “bölücü örgüt propagandası” yapmamış oluyordu!

Bu ama’lı, fakat’lı tavır alışların yaygınlaşması gerçekten de sinir bozucuydu. “Benim de annem başörtülü ama…”, “ben de polis çocuğuyum ama…”, “ben de Müslümanım ama…”

Konu annenin başörtüsü, babanın mesleği ya da senin inancın değildi ama söyleme gereksinimi duyuyordun, çünkü yanlış anlaşılmak istemiyordun!

Peki, bu son bildiri için ne yapacağız?

Bildirinin arkasında duramayız, bildiriyi iktidarın tepkileriyle alakasız nedenlerle yanlış buluyoruz. Öte yandan Erdoğan’ın farklı nedenlerle o bildiriye imzasını koyan bir akademisyen toplamına ilan ettiği savaşa sessiz kalacak da değiliz.

“Bildiriye katılmıyoruz ama…” kalıbına mı sığınacağız?

Önce şunu kabul etmek gerekiyor. Çıkış, alternatif üretmekte geç ya da yetersiz kalındığında bu türden açmazlarla karşılaşılır. Yalnız Kürt sorunu değil, her başlıkta sözünü daha etkili hale getirmediği sürece bu handikapı sürekli yaşayacağız.

Bu notu düştükten sonra söyleyeceğimiz şudur: O bildirinin temel tezi, Kürt sorununda tarafların savaş isteyenlerle barış isteyenler biçiminde oluştuğu tezi, yanlıştır. Ama’sız, fakat’sız bir biçimde yanlıştır.

Siyasi iktidarın militarist politikalara başvurması, 12 Eylül dönemini hatırlatan uygulamaları ile “çözüm süreci” arasında bir karşıtlık olmadığını, tersine şiddet ve pazarlık sarmalının sürecin doğal iki bileşeni olduğunu defalarca yazdık. Burada ölümleri, zorbalığı önemsizleştirmiyoruz; çatışmalar durmalıdır.

Ancak kimse kimseyi aptal yerine koymamalıdır.

Bugün sürmekte olan çatışmaların bir tarihi vardır. Eğer “son Kürt isyanı”ndan başlatacaksak, Kürtler adına eşitlik ve özgürlük talebiyle silaha sarılınması söz konusudur. Burada taraflar barıştan yana olanlarla savaştan yana olanlar şeklinde tanımlanabilir mi?

Hayır.

Burada kabaca üç taraf vardı. Kürtlerin eşitlik ve özgürlük talebini meşru görmeyenler; Kürtlerin eşitlik ve özgürlük talebini ve bu talebin ortaya çıkardığı gündelik pozisyonları her şeyin üstünde görenler; Kürtlerin eşitlik ve özgürlük taleplerini ulusal değil sınıfsal bir eksene yerleştirerek, Türkiye’nin toplumsal kurtuluş mücadelesinin bir parçası olarak görenler.

Bugünkü tıkanmanın kaynağında, bu sonuncu tarafın, bizlerin zayıflığı gelmektedir. Ve tıkanma savaş-barış ikileminde aşılmaya çalışılmaktadır. Aşılamaz.

“Barıştan yanayım” demek ezberimiz olmuş. Barıştan yanayız. Ancak bu birçok örnekte bir şey ifade etmiyor.

Kürt sorununda artık tartışılması gerekenler tartışılmalı.

Örneğin bildiride şu denebilirdi: AKP ile PKK arasında yapılan görüşmelerde varılan mutabakatın şu maddeleri ihlal edilmiştir. Bugünkü çatışmalar bunun sonucudur.

Bu denemiyor, çünkü varılan mutabakatın ne olduğu tam olarak açıklanmadı, açıklanmıyor da. Peki, o zaman, Türkiye’nin bütününü ilgilendiren bir konuda “masaya oturulsun” demenin anlamı ne? Taraflar neyi tartışacaklar?

Kim neyi temsil ediyor?

Dolayısıyla bildiri yandaşların ve bir kısım liberallerin iddia ettiği gibi “tek tarafa vurduğu” için değil, içeriksiz olduğu için yanlış. “İnsanım diyen ses çıkarmalı” evet ama bugünkü bölge tablosunda ve AKP’li yıllarda yaşadığımız “çözüm” pratiklerinden sonra fazlasıyla saf ve temelsiz kalmıyor mu?

Uzun süre geçti artık. Akademisyen, aydın “içerik” katmalı. Örnek olsun, “Kürtlere özerklik tanınmalı” bir içeriktir. Yanlıştır-doğrudur ayrı ama bir şey söylemektedir. “Silahlar sussun”dan ibaret bir tavrın inandırıcılığı yoktur. AKP gibi yıpranmış bir iktidarın ağzında dahi “hangi ülke silahlı bir örgüte göz yumabilir ki” sorusunun ikna ediciliğinin yüksek olduğu bilinmelidir.

“Ee, ama hükümet sözünde durmadı.”

Peki, söz neydi?

Yeri geldiğinde AKP’yi destekleyen, yeri geldiğinde ona savaş açan; emperyalist ilan ettiği ABD’yi üç gün sonra “stratejik ortak” diye niteleyen Kürt siyasetinin AKP’yi söz tutmamakla suçlamasının da etkisi sınırlı.

Çünkü bir taraf sözünü tutmuyorsa diğer tarafta söz birbirini tutmuyor.

Şu da bir “aydın” tavrıdır: “Silahlar sussun çünkü bu çatışmalar Türkiye’de hangi etnik kökenden gelirse gelsin, emekçi halkın gerçek sorunlarının üzerini örtüyor, ortak çözüm yollarını kapatıyor.” Çünkü burada bir doğrultu var, bir fikir var.

Dolaşıma çıkan bildiriyi çok önemsediğimden değil bu kadar uzatmam. Ancak Erdoğan önemsemek istedi, önemsenmesini istedi. Bir dizi neden geliyor aklıma. Belki de bu eksen hem savaşırken hem de masada işine geliyor AKP’nin. Mücadelenin savaş isteyenlerle barış isteyenler arasında olduğu tezi AKP’ye çok yaradı şimdiye kadar.

Ergenekon’da temel tez buydu. Kürtlere karşı savaş bilerek tırmandırılmış, böylece savaşçı bir klik Türkiye’yi vesayet altına almıştı. Neredeyse özür diledi yandaşlar Öcalan’dan. Şimdi ise savaşçı klik PKK içinde.

Aynı hikâyenin değişik versiyonu. Bu hikâyeyi zamanında beğenmeyecektin!

Yakında yine masa kurulacağı söyleniyor. Belirtiler de bu doğrultuda…

Peki, o zaman ne diye bildiri çıkarılacak?

“Anlaşmaya uyulsun.”

Anlaşma ne?

Erdoğan’ın başkanlığı örneğin…

Tartışacaklar ya! Anlaştılar diyelim. Başkanlık, AB Yerel Yönetimler Şartnamesi’nden hareketle adı farklı formüle edilmiş bir özerklik.

Tarihsel mutabakat denecek. Türk-İslam-Kürt sentezi.

Biz buna “hayır” dediğimizde barış karşıtı mı olacağız!

İçeriksiz her tutum boşa düşer. İmzacı aydınların arasında ne yaptığını çok iyi bilenler vardı. Zaten devamını onlar getirdi, mesela Baskın Oran!

Bir de iyi niyetliler var. Bir şey yapamıyorum, bari imza vereyim.

Onlar imza verdiler, adamsa emir verdi. Bu sefer başkaları imza verdi, ilk imzacıları korumak için.

Buradan bir şey çıkmaz. Buradan AKP’ye karşı yeni bir isyan da çıkmaz. İçerik yok.

Örnek olsun, dinselleşmeyle ilgili ne düşünülüyor? Alın size fazlasıyla somut bir başlık.

Yoksa barış olsun, çözümün imza töreni de Saidi Nursi anıtının önünde yapılsın, razı mıyız?