Korona virüsü çok tehlikeli…

Virüsün yapısı, bulaşma yolları, alınacak önlemler, kaynağı, tedavisi, aşısı… Bütün bu başlıklar bilim insanlarının işi.

El temizliği kadar önemli, bilgi kirlenmesinden korunmak. Bu kirliliğe katkı koymak niyetinde değilim.

Öte yandan…

Son salgınla birlikte ortaya çıkan “toplumsal iklim” ile ilgili bir şeyler söylemenin zamanı geldi, geçiyor. 

2015’te başta Fransa olmak üzere bir dizi Avrupa ülkesinde yaşanan terör saldırılarını hatırlayın… "Devletlerin bu saldırılara göz yumduğu" iddialarına ister inanın ister saçmalık deyin. İşin o kısmında değilim. Bilmiyoruz. Ancak sonuç ortada. Paris başta olmak üzere birçok büyük kentte toplumsal yaşam tamamen kontrol altına alındı, toplantı ve gösteri yürüyüşleri kısıtlandı, grev hakkı daraltıldı. 

En önemlisi, Avrupa’nın gelişmiş bölgelerinde toplumun güvenlik kaygısının özgürlük arayışına üstün geldiği test edildi. İnsanların çaresizleştiğinde içe kapanacağı bir kez daha görüldü. 

Güvenlik kameralarının sayısında patlama yaşandı, şehir merkezlerinde askerler devriye atar oldu ve en önemlisi devletlerin kayıt-kontrol mekanizmaları mükemmelleştirildi. Irkçılığın, yabancı düşmanlığının tırmanmasını saymıyorum. Güvenlik manyağı yapılan insanların her tür ideolojik sapkınlığa açık hale geleceği ortada.

KOVID-19’a da bu gözle bakmakta yarar var. "Çin’de başlaması rastlantı mı, bu iş bir ekonomik savaş yöntemi olabilir mi" gibi soruları yine bir kenara koyalım. Dünya ekonomisinin yapısına baktığımızda, bu iddialar fazlasıyla temelsiz. Çin’i vuran bir virüsün ABD ve diğer uluslararası tekelleri etkilememesi olanaksız, nitekim öyle oldu. Eğer illa komplocu bir açıklama yapacaksak, ilaç endüstrisinin içinden bir operasyon yapıldığı tezine daha fazla prim vermek gerekir. Her hastalık, her salgın ya da her sağlık kaygısı onlar için büyük kâr demek.

Ancak dediğim gibi, bu tür iddialar etrafında bir tartışma çok da yararlı değil şu anda. Çünkü asıl sonuca bakmalıyız. Korkuyu nasıl kullandıklarına…

Görüldüğü üzere adım adım bir küresel karantinaya doğru evriliyoruz. İnsanlar birbiriyle temas etmesin, evinde otursun, kalabalık etkinliklerden uzak durulsun, hatta bunlar yasaklansın. En tehlikelisi, bütün bu adımların gerçekçi olması! Herkes kabulleniyor ve belki bu aşamada bilimsel olarak isabetli bütün bu önlemler.

Yine de bir an için kapitalizmin ne kadar aşağılık bir sistem olduğunu unutmamak gerekiyor. Güvenlik kaygısı, salgın korkusu derken, toplumu kontrol edip yönetmek için mükemmel bir yol bulmuş oluyorlar. Bastırılmaya, sinmeye gönüllü bir toplum. En basit örnek; son salgın gündeme gelinceye kadar Fransa ve Yunanistan başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde işçi sınıfı sokaktaydı, siyasi iktidarları sarsıyordu. 

Sarsıyordu çünkü kapitalizmin insanlığa verebilecek hiçbir şeyi kalmadı. İnandırıcılığı yok. Bu nedenle insanlığın en ilkel güdülerine hitap ederek, onu daha azına ikna etmek için her fırsatı kullanmaya çalışıyor. Terör eylemleri, salgın hastalıklar, belki yarın bir göktaşının yaratacağı tehdit…

İnsanların her tür hareketinin, kimlerle temas ettiğinin kayıt altına alınmaya başladığının farkında mısınız? Bir yandan evet, bu halk sağlığı ile ilgili, meşru bir önlem gibi gözüküyor. Öte yandan bunun bir kurala dönüştüğünü, iktidarların elinde muazzam bir denetim deneyimi anlamına geldiğini görmeliyiz.

Ne yazık ki ellerinde büyük olanaklar var. İnsanlık her zaman salgınlarla karşılaştı. Korona da bunlardan biri. Ancak, bu salgınları avantaja çevirmeyi öğrendikçe bunları yapay olarak insanlığın başına bela edecek kadar acımasız bir düşman var karşımızda.

Evet mümkündür: Başı sıkıştığında savaşa yönelen bir sistemin salgın hastalıkları da toplumu bastırmak için kullanması.

Uzatmayacağım. Ellerimizi yıkayalım, tamam ama korku imparatorluğuna teslim olmayalım, şu kapitalizm denen, tüm kötülüklerin kaynağı olan bu düzenden bir an önce kurtulmak için örgütlenelim. 

Unutmayalım, örgütlülük toplumların bağışıklık sistemidir.